kampfplatz, liberal ve muhafazakâr ezberlerin denetimine giren düşünce ortamına
bir itiraz olarak kendisini duyuralı çok değil, yalnızca birkaç ay oldu. Ancak bu birkaç ay bile
itirazının ne kadar haklı, çağrısının ne kadar acil olduğunu birden çok kez
gözler önüne serdi. Egemen iktidarın neredeyse her bir yanımızı saran ve
neredeyse hep bir ağızdan dolaşıma sokulan liberal ve muhafazakâr dili, kavramların
sınırlarını kimi zaman fazlaca daraltarak -demokrasi gibi- kimi zamansa fazlaca
genişleterek -terör gibi- ablukanın dozajını gün geçtikçe daha fazla
artırıyor. Böylece neye nasıl karşı çıkılacağına da -18 Aralık ODTÜ direnişinde olduğu gibi- kimin nasıl savunulacağına
da -"Halkın
Avukatları"nın tutuklanmasında olduğu gibi- karar veriyor. İlk sayımızın
arka kapağında "üç de yetmez beş tane!" demiştik; her türlü ironiyi
boşa çıkarmaya
muktedir olan iktidarın temsilcisi, yatak odalarını bir kez daha ziyaret etti:
"Bize dört-beş lazım". Yine üç kez beraat etmişti Pınar Selek;
"üç de yetmez"
diyerek kendi kararını bozan mahkeme tarafından tekrar yargılanıp müebbete mahkûm edildi;
olağanüstü halin bir hukuk normu olduğunu bir kez daha gördük.
Egemen olağanüstü hale karar verir, Schmitt'ten beri biliyoruz bunu; ancak kararın altını kavramın doldurduğunu da bilmemiz gerekir. Egemen iktidarın bütün uzuvlarıyla kavramları kendine mal edip yeniden kullanıma sokmaktaki becerisi, akademinin bu kararı hükümsüz kılacak tarzda kavramları yeniden ele geçirme basiretini bir türlü gösteremiyor oluşuyla denktir. ODTÜ direnişinin ardından yönetimiyle, öğrencisiyle, öğretim elemanıyla ODTÜ'yü kınamak için sıraya giren üniversitelerin kopardığı gürültü yanında, tarihte eşine az rastlanır bir üniversite dönüşümünü muştulayan yeni YÖK Yasa Tasarısına karşı akademik muhalefetin sessizliği de bir o kadar tehlikelidir.
Kavramın
içeriğine ve sınırlarına ilişkin mücadele, yani kavramın neyi dışarıda bırakıp neyi
yadsıdığı ve neyi kapsayıp neyi olumladığı meselesi; egemenin kararının gücünü
aldığı entelektüel kavramsal birikimi yıkma girişimidir aynı zamanda. Bu birikimi hedef alan her saldırı, pratiğin
koşullarını yeniden tespit etmeye yönelik bir kavgaya hayat verecektir. Bunun
içindir ki kampfplatz, sonu gelmez
çekişmelerin kavga alanı olarak bulduğu Kantçı anlamın dışına taşmak; bütün sınıf çatışmalarını bir kavramın bir başka
kavramla savaşı olarak görmeyi öneren Althusser'e kulak vererek, kavramlarla
iş gören
felsefeyi ve sosyal bilimleri politik savaşın bir parçası haline getirmek niyetindedir. Kavramdan
karara, karardan pratiğe giden yolu dinamitleyeceği ve kendi yolunu inşa edeceği
sürecin daha başındadır elbet. Böyle bir projenin içe kapanan yıkıcı bir eleştirinin ötesinde, kolektif kurucu bir
birlikteliği gerektirdiği de aşikâr. Farklılıklarını vitrin süsü gibi
iliştirilen bir çeşitliliğe tahvil etmeksizin, birbiriyle kavga eden, paslaşan, yan yana yürüyen, yolları
kesişen, kimi
zaman birbirine arka çıkan, kimi zaman da karşı cephede konumlanan bu birlikteliğin patikalarını,
kimi zaman belli belirsiz de olsa yazıların yüzeyine yansıtmaktır hedefimiz.
Bu anlamda akademiyi, kavramdan pratiğe ve pratikten kavrama doğru kat eden ve
yeniden bir çatışma sahasına dönüştürme kaygısı taşıyan
herkes için bir davetin adıdır kampfplatz.
***
İkinci
sayımızda Kuram bölümü, Gülsüm Depeli'nin yazısıyla başlıyor. Depeli, devlet şiddetinin
kökenine ilişkin tarihsel bir bakış sunuyor. Bu şiddetin temelinde yatan "ulus"a ilişkin tahayyülü bu kez
farklı bir noktadan, ikonlaşmış imgeler üzerinden deşifre ederek "seçilmiş imgelerin
kamusal ve toplumsal
güçleri"ni açığa çıkarıyor. Ulus-devletin kendisini var eden şiddetin kurucu gücünün, imgeleri
basitçe bir analiz nesnesinin ötesine taşıyıp "toplumsal ve iletişimsel
belleğin içinde iş gören" siyasal özneler olarak ele alan Depeli, söz konusu şiddeti 19
Aralık 2000'deki F tipi operasyonundan Hrant Dink'in öldürülmesine, Ayşe Paşalı cinayetinden Roboski katliamına
kadar devletin
"söylemsel reddine" maruz kalan fotoğraflara yansımış biçimi içinden
örnekliyor.
Soner
Torlak'ın yazısı, devlet şiddetinin yöneldiği farklı bir toplumsal gruba, işsizlere odaklanıyor.
Kapitalist sistemdeki eşitsizliklere karşı örgütlenen işsizlerin, neo-liberal
süreçte kalıcı örgütlenmeler kurabilme olanaklarının bir değerlendirmesini
yapan Torlak, İran ve Arjantin gibi farklı coğrafyalar üzerindeki hareketlerin
direnişlerinin ortaklaşma potansiyeline ve buradan Türkiye için çıkarılacak
derslere işaret ediyor. İran ve Arjantin arasındaki karşılaştırmaya ilişkin
metodolojik bir değerlendirme ile başlayan makale, akademik yazında söz konusu
coğrafyaların istisnai örneklere indirgenmesinin, Şarkiyatçılık yanında bir tür "Latiniyatçılığın" dışavurumu
olduğu yönündeki iddiasıyla dikkat çekiyor.
Mehmet
Evren Dinçer'in yazısı, Hardt ve Negri'nin İmparatorluk kitabı ile başlayan tartışmaların
farklı ve görece az tartışılmış bir yönünü, teknolojiyi merkezine taşıyor.
Teknoloji ile kapitalizm arasındaki ilişkiye dair -özellikle Sol içindeki- görüşlerin yetkin bir biçimde özetlendiği
makale, bu tartışmalardan
Hardt ve Negri'ye doğru bir yol çizerken, meselenin post-endüstriyalizm, bilişsel kapitalizm, yeni ekonomi gibi kavramlar etrafında ele alınmasının eleştirel bir değerlendirmesini de sunuyor. Dinçer, Hardt
ve Negri'nin
teknolojiye atfettikleri yeni rolün kapitalizmde bir kopuşa yol açmadığını öne
sürse de, ikilinin başlattığı tartışmanın teknoloji meselesinin anlaşılması bakımından sahip
olduğu potansiyelin önemine vurgu yapmayı ihmâl etmiyor.
Kuram bölümü, Giorgio
Agamben'in bir çevirisiyle son buluyor. "Çağdaş Nedir?" adını verdiği makalesinde Agamben,
"çağdaş olmak ne demektir?" ve "kimin ve neyin
çağdaşıyız?" sorularıyla başlayarak, çağdaşlığın "soruşturulan metinler ve
yazarlarla çağdaş olmayı talep" ettiğini söylüyor. Bu bağlamda çağdaşlığı zamanın
özel bir deneyimlenişi olarak düşünen Agamben, farklı düşünür ve kavramları kaynaştıran kendine has anlatımıyla,
çağdaşlığın zamanın dışında olmakla ilgili olduğu sonucuna varıyor.
Polemik bölümünde dört yazı yer
alıyor. Agamben'in bitirdiği yerde sözü Ernesto Laclau devralarak, onun Kutsal İnsan kitabındaki tartışmalarının siyasal
içerimleri üzerinden sert bir polemiğe girişiyor. Agamben'in "söylemlerinin,
soykütüksel ve yapısal açıklamalar" arasında kararsız kaldığını savunan
Laclau, Agamben'in siyasal ilişkiyi yasaklama, egemenliği çıplak hayat ve bugünün biyopolitik
paradigmasını kamp ile ilişkilendirdiği savlarını eleştiriyor. Dahası Kutsal İnsan'da tarihin
çarpıtılması yanında, özgürleştirici olasılıkların "özcü bir birleştirme
ile" kapatıldığını savunan Laclau, Agamben'in siyaset kuramını "politik
nihilizm"le damgalıyor.
Kansu
Yıldırım'ın yazısı, doğrudan güncel siyasete bağlanıyor. Hegel'den Lacan'a geniş bir
kavramsal dağarcıkla AKP'nin yeni dış politika dinamiklerini çözümleyen
Yıldırım, Türkiye'nin uluslararası konumundaki değişim perspektiflerini başta
Ahmet Davutoğlu olmak üzere AKP'nin gözünden değerlendirirken, yaratılmakta olan yeni dilin gerçeklik karşısında
sahip olduğu açmazlara ışık tutuyor. Bu bağlamda Suriye ile savaş, İsrail ile
ilişkiler gibi güncel gelişmeler karşısında Türkiye açısından öne çıkarılmaya
çalışılan yeni rolün, ekonomik bağımlılık ilişkilerinden ve emperyalizmin
taşeronluğunu sürdürmenin
devamlılığından ayrı düşünülemeyeceğini savunuyor.
Güncel
olanı anlamlandırmak için edebî bir tarzı deneyen Bora Erdağı, Lermontov'un Çağımızın Bir Kahramanı kitabındaki Peçorin karakterinden yola çıkarak kahramanlık anlayışının
dönüşümünü merkeze alıyor. Erdağı, bu kahramanlığın gelenekselden moderne nasıl evrildiğini günümüzün
üç tanınmış
figüründen -Steve Jobs, Polat Alemdar ve Tayyip Erdoğan'dan- hareketle
çözümlemeye girişiyor. Bugünün kahraman tipolojisi içinde Peçorin karakterinin niteliklerinin
görünürlük kazanmasıyla bir "kopya kahramanlar çağı"na girildiğini
düşünüyor Erdağı. Yeni bir ideolojinin taşıyıcısı olan bu niteliklerle
birlikte, "sıradanlıkları" ve "herşeyi kontrol etme
arzuları" üzerinden bu yeni tipin, "çoğunluğun bir temsilcisi oldukça" günümüzde
kahraman vasfı kazandığını öne sürüyor.
Polemik bölümünün son durağında
Osman Elbek ve Umut Karasu, devletin olmadığı eşitlikçi bir toplumsal düzen fikrinin peşine
düşerlerken, bilinçdışının
alanında bir yolculuğa çıkmayı önererek modernitenin ötesinde bir bireyin imkânını
arıyorlar. Bu doğrultuda önce iktidarı, zaman ve mekânla sınırlı olan devletten ziyade
mikro düzeyde kendini var eden iktidar formlarını mercek altına alıyorlar;
ardından da bu formların erim alanının ötesine uzanacak, her biçimiyle iktidarda çatlaklar yaracak bir devrim fikrine işaret
ediyorlar.
İkinci
sayımızın Biyopolitika köşesinde Kemal Özdil, Michel Foucault'nun mirasından hareketle biyoteknoloji alanına ilişkin
çözümlemelere yoğunlaşıyor. Genom Projesi gibi biyoteknolojik gelişmelerin,
insanın biyolojik uzantıları başta olmak üzere yaşam formlarının metalaşmasıyla birlikte
toplumsallığı dönüşüme uğrattığı, yeni biyopolitik çözümlemelere davetiye
çıkardığı ve nihayetinde kapitalizmin yepyeni bir evresine -yani
biyokapital(izm)in ortaya çıkmasına- neden olduğu iddialarına yer veren makalesinde Özdil,
bazı yazarların
Foucault'nun mirasından yola çıkarak vardıkları sonuçları eleştiriyor ve
yöntemsel olarak eklektik bir biçimde teknolojiye ağırlık vermelerinin iddialarını zayıflattığını öne
sürüyor.
Bu
sayının Söyleşi bölümünde, Antonio Negri ile birlikte son kitabı Duyuru'yu yayınlayan Michael Hardt'la konuştuk. Barış Yıldırım ve Onur Kartal'ın yaptığı söyleşide
Hardt, post-yapısalcı düşünürlerle ilişkileri yanında Negri ile birlikte ele
aldıkları bazı temalara da açıklık getiriyor. Dünyada bilhassa yakın
zamanlarda tanık olduğumuz toplumsal hareketlerin imkân ve sınırlılıklarına
odaklanırken, Wall Street'i İşgal Et benzeri eylemlerdeki liderlik sorununa, Yunanistan ve
Ortadoğu'daki hareketler bağlamında parlamenter siyaset ile sokak siyaseti arasındaki gerilime ilişkin saptamalarda
bulunuyor. Hardt,
Negri'yle birlikte "devrimci paralellik" adını verdikleri durum
içinde kurtuluş
ve devrim arasında bir ayrıma giderek, geçmişteki anti-faşist hareketler için
olduğu gibi bugünkü hareketlerin de devrimci potansiyellerine ihtiyatla
yaklaşıyor. Hardt'a göre, direniş konusunda önemli birikimler mevcut fakat devrim kapasitesi henüz
çok zayıf durumda.
Bir Yönetmen Üç Yorum köşesi
için, bu sayıda Steve McQueen'in Açlık ve Utanç filmleri işleniyor. Onur Kartal'ın yazısı, her iki filmi de Foucault ve Agamben'in biyopolitika
düşüncelerini, temsili olarak çizilen bir hat üzerinden değerlendiriyor.
Kartal, Bobby Sands liderliğindeki IRA militanlarının açlık grevini anlatan Açlık filmini Agambenci bir
çerçeveye yerleştirirken, cezaevi sürecinin anlatımını "egemenlik,
istisna hali, çıplak hayatın üretimi, bir direniş formu olarak yapmama imkânı" üzerinden kuruyor. Kolektif
bir direniş yerine bireysel "çıkışsızlığın" öne çıktığı Utanç filminin ise
"cinsellik deneyimi, öznellik inşası ve iktidarın üstlendiği olumlu
işlevler ışığında Foucaultcu iktidar kavrayışı"na kapı araladığını savunuyor. Kartal,
McQueen'in her iki filminde de biyoiktidarın farklı yönlerine odaklandığını fakat
biyopolitik kuramın
Foucaultcu ve Agambenci momentlerine paralel bir şekilde kolektif kurucu politika ve mücadele
tarzları üzerine düşünmemesi sebebiyle çıkmaza girdiğini iddia ediyor.
Savaş
Ergül Açlık filminden hareketle Bobby Sands'in sonsuzluk yolculuğuna odaklanıyor. Ergül,
"bedeni, maddeyi ve sınırlandırmayı aşan" bir "sonsuzluk
düşüncesi"ni Spinoza'dan ilhamla beden ve beden fikri etrafında tartışıyor. Açlık grevini,
Türkiye'deki deneyimlerle de ilişkilendirerek, dinsel olmayan "iman"a
dayanan bir siyasal direniş biçimi olarak ele alıyor. Hem beden fikrini, hem de filmin
kurucu diyaloglarını "ek-siltme" metaforu üzerinden okuyarak,
Bobby Sands'in beden fikrini adım adım kolektif irade üstünden nasıl kurduğuna
bakıyor.
Emre
Özcan ise, Açlık'ta bedenin ölümü ile kurgulanan "gerçek yaşam"ın yerini, Utanç'ta tüketim
aldatmacalarından oluşan bir yaşama bıraktığından yola çıkarak, McQueen'in son
filmini tüketim kapitalizmi üzerinden çözümlüyor. Utanç filmini arzu kavramı üzerinden okuyan Özcan, arzunun kendi kendini yok etme
boyutuna ve özellikle Deleuze ve Guattari'nin tespitlerine başvurarak
kapitalist kodlama mantığı içinde nasıl bir sabitleme aygıtına dönüştüğüne dikkat çekiyor.
Medya bölümünde, ilk sayıda
olduğu gibi bir dizi çözümlemesi yer alıyor. Doğuş Sarpkaya, benimsediği "muhalif' jargonla bilinen The Newsroom dizisinin
ideolojik kodlarına yakından bakarken, televizyon sektörü ve haber üretim pratikleri içinde
liberal ideolojinin nasıl yayıldığını 1970'li yılların Şebeke (Network) filmiyle
karşılaştırarak göstermeye çalışıyor. Sarpkaya, muhalifliği çelişkilerle dolu olan dizinin "riyakâr" tutumuna
dikkat çekerken, uzun bir süre boyunca izleyiciler tarafından nasıl muhalif bir dizi
olarak onaylandığını da sorguluyor.
Kitap Eleştirisi bölümünde,
Asım Yürek, Kurtul Gülenç'in ve Önder Kulak'ın ortak kitabı Marx'ın Halleri: Marksist Düşüncede Diyalektik Yolculuk'u inceliyor. Yürek, kitabın bağlamına ilişkin Türkiye'deki sosyal bilimler
alanındaki akademisyenleri etkileyen daha genel eğilimlerle başlıyor. Bu çerçevede kitabın bu
eğilimleri, hem olumlu hem de olumsuz yönlerini açığa çıkararak ne kadar
aşabildiğine odaklanıyor. Yürek, yazarların genel olarak "derinleşmeden özgünlük
ve katkı aramak" eğiliminin dışına tam olarak çıkamadığını savunsa da,
kitabı, genç kuşakların kendi yollarını ararken "yapıyormuş gibi"
yaşamayı bırakmak ve "kendi çağdaşları ile tartışma cesaretini" göstermek konusundaki
çabalarının bir örneği olarak değerlendiriyor.
İlk sayımız itibariyle kendisinden en çok söz ettiren bölümlerimizden olan Minör Temaslar, açlık grevlerinden, ODTÜ direnişine, cinsel taciz ve kadına yönelik şiddetten, Aaron H. Swartz'ın trajik ölümüne kadar ve daha birçok konuda müdahaleler sunuyor.