Tarihi tam belli değildir. On
dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ya da yirminci yüzyılın ilk yılları olabilir.
Osmanlı saray görevlilerinden biri Sivas Şarkışla’dan geçerken, toplanan
köylülerin hatırını sorar. Topluluk arasından Âşık Serdâri çıkıp şu deyişi
okur: “Nesini
söyleyim canım efendimi Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim/ Arzuhal eylesem
deftere sığmaz/ Omuzdan kırılmış kolumuz bizim...” Deyişin geri
kalanında halkın yönetenlere karşı başkaldırısı, haksızlıklar ve usulsüzlükler
konu edilir. Deyiş, sonrasında birçok şarkıya, türküye ilham verir. Günümüzde
siyasi bağlam ve toplumsal aktörler farklı olsa da bizlerin halet-i ruhiyesi bu
deyişteki serzenişten azade değildir.
Her geçen gün
daha da otoriterleşen iktidarın yaşam alanlarını daralttığı milyonlarca insan
yaklaşık dört aydır sokaklarda. Kentsel dönüşüm adı altında rantsal dönüşümün
mağduru olan mahallelerinden ve evlerinden edilenler, kürtaj yasağıyla
bedenlerine müdahale edilen kadınlar, iş cinayetlerine kadermiş gibi boyun
eğmesi beklenen taşeron işçiler, turizm gelirleri artsın diye insanlık dışı
çalışmaya maruz bırakılan ve işinden olan THY işçileri, parasız eğitim talebiyle
hapse atılan öğrenciler, cinsel yönelimlerine hastalık muamelesi reva görülen
eşcinseller, 4+4+4 eğitim sistemiyle bir yandan piyasaya açılan diğer yandan da
muhafazakârlaştırılan eğitim müfredatı karşısında çocuklarının geleceğinden
endişe eden veliler, ilkokuldan itibaren bir at yarışı misali koşturulan
öğrenciler, bir doğa katliamı olan üçüncü köprüye cellatlarının ismi verilen
Aleviler, dereleri ve içinde yaşadıkları doğa HESlerle talan edilenler
sokaklarda. Roboski’de üzerlerine bomba yağdırılan Kürtlerin ölümlerinin üstü
örtüldüğü için, Suriye’de atılan savaş çığlıkları Reyhanlı’da patlayan
bombalarla Türkiye’nin bağrını yaktığı için, iktidarın bir araya gelebileceğini
tahayyül edemediği birçok insan “artık yeter” demek için sokaklarda. Dediğimiz
gibi arzuhal eylemeye kalkışsak deftere sığmayacak. Bir gün geçmesin ki yeni
bir haksızlıkla, devlet şiddetiyle karşı karşıya kalmayalım. Aşikâr olan şudur
ki, kötümserliği ve öfkeyi örgütlemeyi başarabildiğimiz, siyasetin zemininin
değiştiği ve eylemliliğin ve dayanışmanın parklarda, meydanlarda ve sokaklarda
vücut bulduğu tarihsel bir an yaşamaktayız. İster buna yurttaş hakkı, ister
kent hakkı, ister yaşam hakkı mücadelesi diyelim; ne dersek diyelim,
özgürlükler ve demokratik talepler doğrultusunda sokaklara döküldük, hızlı
tepkiler vermeyi ve mücadelemizi renklendirmeyi öğrendik.
***
Bu sayıda
Gezi/Haziran Direnişi’ni doğrudan tartışan, bu süreci hazırlayan ve bu sürecin
nasıl algılandığı ile temas eden yazılara yer verdik. Kuram bölümümüz Aras
Aladağ’ın Gezi Direnişi kapsamında halk meclisleri öncesi bir aşama olarak
kabul edilen forumları ve bu forumlar bağlamında direnişin geleceğine dair
olumsuz olasılıkları tartışma konusu ettiği çalışması ile başlıyor. Bu
tartışmayı ekonomi-politik ile kalkınma ve çevre arasında nasıl bir bağlantının
var olduğunu analiz eden bir yazı izliyor. Mehmet Yusufoğlu’nun kaleme aldığı
yazı Türkiye’de son yıllarda finansal ve mekânsal olarak genişleyen üretim
sektörünün ve bunun ardında yatan “ekonomik gelişme”nin
toplumsal ortak değerlere el koyarak doğal kaynakları ve süreçleri nasıl
sermayeleştirdiğini anlatıyor. Önder Kulak’ın hem teorik hem de pratik
düzeylerde “sivil itaatsizlik” üzerine düşünme imkânı sunan yazısı İngiltere’deki
öğrenci ayaklanmalarını, H. David Thoreau’nun teorik tartışmalarını temele
alarak irdeliyor. Azınlığı Spinoza-Deleuze-Guattari hattı üzerinden okuyan
Sercan Çalcı’nın yazısı ne’lik sorgusu yapan ve töz anlayışına dayanan felsefe
yaklaşımlarına yönelttiği eleştiriyle başlıyor. Sayılabilir ve öngörülebilir
olmayan olarak tanımladığı azınlığı yersiz-yurtsuz, içkinlik düzlemi gibi
kavramlar aracılığıyla Deleuzecü eksenden kavramanın bize bir olanak sunabileceğini
belirten yazar, bu savını Nietzscheci bir “oluş” anlayışına dayayarak
açıklıyor. Alexandre Lefebvre’nin kaleme aldığı ve Şafak Altan’ın çevirisi ile
sunulan “Hukukun Ne Yapabileceğini Henüz Bilmiyoruz” adlı metin hukuk görüşünü
liberal bir perspektiften okuyan Levinas benzeri yorumcuları eleştiriyor.
Metin, insanın potansiyellerini açığa çıkarmada doğal hak ve pozitif hukuk
arasında Spinoza açısından oluşturulabilecek kurucu bağı göstermeyi hedefliyor.
Polemik bölümümüz
birbirine paralel ilerleyen dört yazıdan oluşuyor. Kansu Yıldırım Türkiye’deki
mevcut iktidarı otoriter bir devlet örneği olarak görmekte ve buna bağlı olarak
bu otoriter devletin “karizmatik lideri” olarak algılanan başbakanı “otoriter
kişilik” ve “otoriter söylem” kavramları üzerinden eleştirel bir şekilde ele
almaktadır. Belirtilen kavramlar arasında belirli bir ilişki kuran yazar bu
görüşü Adorno, Horkheimer, Fromm ve Poulantzas’ın görüşlerinden aldığı katkılar
ve kendi özgün düşünceleriyle
temellendirmektedir.
Utku Özmakas’ın kaleme aldığı yazı, yazılarıyla ve beyanlarıyla liberalizmin
kanatlarına tutunarak uçmaya çalışan, AKP’nin neoliberal politikalarına çanak
tutan Yasin Aktay ve Hakan Albayrak’ın söylemlerini analiz ederek onların
politik çağrısının üstündeki örtüyü kaldırmayı amaçlıyor. Murat Özbek, Mehmet
Metiner’in kişisel serüveninden yola çıkarak iktidar ve etrafındaki figürlerin
ilişkisine dair bir kişilik çözümlemesi sunuyor. Edip Cansever’in karakterleri
dolayımıyla Metiner’i hem bir protip hem de kendine özgü bir kişilik olarak
eleştirel bir anlatısını yapıyor. Bora Erdağı’nın, diğer yazılardan farklı
olarak bir köşe yazısı havasında ilerleyen yazısı ise AKP’nin neoliberal
politikalarının sosyal ve tarihsel bir haritasını çıkararak, bu neoliberal
adımların nasıl bir isyan yarattığını ele alıyor.
Biyopolitika bölümünde Yalçın
Özkan kayıt dışı sektörlerde yaşanan iş ölümlerinin devlet tarafından nasıl
görünmez kılındığına odaklanıyor. Bu sektörde yaşanan ölümlerin iş
mahkemelerine götürülmemesinin ve kamu davası sürecinin yetersiz kalmasının bu
görünmezliği mümkün kılan öğeler olduğunu iddia ediyor.
Söyleşi köşemiz ise biri
Türkiye, diğeri Brezilya’da gerçekleşen isyanı ve direnişi konu edinen ve
birbirini tamamlayan iki söyleşiden oluşuyor. Sırrı Süreyya Önder ile Gezi
Direnişi’ni zenginleştiren, mümkün kılan birikim ve toplumsal süreçlere
odaklandık ve bundan sonra ne yapılması gerektiği üzerine bir tartışma
yürüttük. Alfredo Saad-Filho ile ise Brezilya’daki hareketin temel özellikleri
ve Brezilya solunun bundan sonra atması gereken adımlar üzerine
söyleştik.
Bir Film Üç
Yorum
köşemizde
bu sayı misafirimiz Belma Baş’ın yönettiği Zefir. Gözde Orhan ve
Nurçin İleri’nin kaleme aldığı çalışma Zefir'deki annelik
ve ölüm temalarını, yönetmenin de etkilendiğini dile getirdiği veya etkilenmiş
olabileceği edebi ve sanatsal yapıtlarla bir diyalog halinde değerlendiriyor.
Özge Yüksel’in yazısı ise filmdeki ana karakterlerin derinlemesine psikanalitik bir
incelemesini sunarak filme farklı bir perspektifle bakıyor. Zeliha Burcu Acar
ise psikanalitik film kuramına odaklanarak, filmin toplumsallıktan arındırılmış
postmodern bir anlatı üzerine kurulduğunu iddia ederek filmin eksik yanlarını
vurguluyor.
Medya bölümümüzde
Ergin Bulut Gezi Direnişi’ne odaklanarak Türkiye’deki haber medyasını, devlet
ve sermaye ilişkileri bağlamında ele alıyor ve geçmişten günümüze medya
sektörünün portresini çiziyor.
Kitap Eleştirisi
bölümümüzde
bir telif ve bir çeviri kitaba yer verdik. Fırat Korkmaz geçen Mayıs ayında
yitirdiğimiz yoldaşımız ve yayın kurulu üyemiz Taner Yelkenci’nin derlediği Marksist Devlet
ve Hukuk Teorisi
kitabını değerlendirdi. Bulut Yavuz ise Keith Ansell-Pearson’ın Kusursuz
Nihilist/Politik Bir Düşünür Olarak Nietzsche’ye Giriş adlı
çalışmasını eleştirel bir perspektifle sunuyor.
Minör Temaslar köşemize bu sayı
için gelen yazıların çoğu ortak bir gövdenin farklı dallarına tutunmuşlardı.
Dolayısıyla bu bölümde Sevgi Doğan, Ülker Sözen, Utku Özmakas, Nagehan
Tokdoğan, Bora Erdağı, Özge Yüksel ve Başak Deniz Özdoğan’ın katkılarıyla
Geziyi “minörledik”.
***
Dördüncü
sayımızla birlikte kampfplatz olarak bir
yaşımızı dolduruyoruz. Yola çıkarken kampfplatz’m kendine özgü
bir saha yaratmasını; güncel ve “dışarı”ya dair söyleyecek sözü olan,
toplumsal, siyasal, tarihsel, kültürel olgulara yaslanan yazılara yer vermesini
ve kolektif bir birliktelik temelinde hareket etmesini hedeflediğimizi
belirtmiştik. Aldığımız tepkiler, dost meclislerinde yaptığımız sohbetler bunu
onaylar nitelikte. Bizi takip eden, katkıda bulunan arkadaşlara teşekkürü borç
biliriz.
Birinci sayının editör notunda dergimizin
ismine dair bir açıklamaya yer vermiştik. Bugün görüyoruz ki her türlü düşünce ve eylem biçimi bu kampfplatz’dan geçmek
zorunda. Bu sayıyı da Haziran direnişi sürecinde bu kavga alanında devlet
şiddetine maruz kalarak hayatını yitiren arkadaşlarımız Ethem Sarısülük, Mehmet
Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım, Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan’a
adıyoruz. 24 Temmuz günü, forumlara katılımın azalmaya, insanların yavaştan
ümitsizliğe kapılmaya başladığı bir dönemde, yer aldığımız bir forumda ismini
hatırlayamadığımız birisi çıkıp şunu söylemişti: “Unutmayalım ki, kayayı
aşındıran suyun kuvveti değil, suyun
sürekliğidir.”
Bugün Türkiye’nin dört bir yanında yaşadıklarımız bu ifadeyi taçlandırır
nitelikte, kampfplatzlarımızın ve
direnişimizin sürekli olmasıdır dileğimiz.
İyi okumalar...