Campanella Güneş Ülkesi’nde Ospitalario’ya “Bu ülkede yöneticiler kimlerdir ve
ne iş görürler? Halk nasıl eğitilir, nasıl yaşar, devleti halk mı kral mı aristokratlar
mı yönetir?” sorularını sordurmuştu. Güneş
Ülkesi’nin esinlendiği Platon’un Devlet’inden
bu yana zaten bu sorular hep soruluyor. Kişiler, tarihler, coğrafyalar,
yönetimler, rejimler, koşullar, kısacası isimler değişiyor ancak içeriği aynı
kalıyor. Yöneten-yönetilen, ezen-ezilen şeklinde maddi yaşamın belirlediği
hiyerarşik ilişkiler devam ettikçe bu soruları soran birileri hep çıkıyor.
Bizde de olduğu gibi...
Haziran Direnişi günlerinden bu
yana benzer soruları soran ve siyasi-idari düzeneği sorgulayan herkes, hiç
olmazsa bir kere “Bu ülkede yöneticiler kimlerdir ve ne iş görürler?” diye
sordu. Kimileri evlerinde koltuklarında bu sorunun yanıtı ararken kimileri
kendisini sokakta, bir barikatın arkasında, bir TOMA’nın önünde veya bir gaz
fişeğini tekmelerken buldu. Tam cevap bulundu derken bu sefer de “yüksek
siyaset”in kokuşmuşluğu saçılmaya başladı. Gezi’nin yol açtığı meşruiyet ve
temsil krizinin de etkisiyle “yüksek siyaset”in dengeleri sarsılmaya başladı.
Uluslararası ve ulusal ölçekte hesaplar şaştı; siyasete yeni aktörler dâhil
oldu; eskileri tasfiye edilmeye çalışıldı. Geriye kokmaya başlayan ölü bir
öküz ve biten ortaklıklar kaldı.
***
“Adalet Mülkün Temelidir” sözü
buharlaştı: Adalet, ayakkabı kutularına sığdırıldı. Mülk ise her iki anlamını
karşılayacak şekilde değişip dönüştü. Devlet olan mülk ile birilerine ait olan
mülk iç içe girdi. Devletin birilerinin tapulu mülkü olduğu ortaya çıktı.
Paralel eşkenar yapılar sardı ortalığı… Bu süreçte hükümet yeti kaybına
uğradıkça üzerini örtmeye çalıştığı yolsuzluklar, rüşvetler, usulsüzlükler,
ses kayıtları, medya sansürleri, maniple edilen anketler, tapeler saçıldı
etrafa. Tam bu toz duman arasında yaklaşan fırtınanın görülmesini engellemek
için savcılar görevlerden alındı, ortalama her on saatte bir polislerin yeri
değiştirildi. Özel bir mesai ile internet sitelerine erişimde devlet kontrolünü
ve yasaklarını arttıran bir yasa yürürlüğe konuldu. Nietzsche’nin “Devlet ...
kılı kıpırdamadan yalan söyler ve ağzından düşürmediği yalan da şudur: ‘Ben,
Devlet, halkın kendisiyim’” sözü doğrulanmaya çalışılır gibi, hükümetten
birileri de sürekli sağlam iradenin
ardından “Milli İradeye Uzanan Eller Kırılsın” dedi.
Sarmal öylesine hızlı dönmeye
başladı ki, artık “yesinler birbirini” diyemeyeceğimiz ya da uzaktan
seyredemeyeceğimiz olağanüstü günler geldi çattı. Ethem Sarısülük’ü vuran polis
24 ay kıdem durdurma cezası aldı. O esnada Marmara Üniversitesi’nde demokratik
ve yasal haklarını kullanarak katıldıkları eylemden ötürü açılan soruşturmada
öğretim üyeleri 24 ay kademe durdurma cezası aldı. Ali İsmail Korkmaz’ın
mahkemesinde Ali’yi “ayağıyla dürten” polisleri gördük! Mahkemeden geriye bir
annenin feryadı ve sonuçsuzluk kaldı. Mehmet Ayvalıtaş’ın mahkemesinde feryat
edecek bir anne de yoktu! Oğlunun acısına dayanamayan Fadime Ayvalıtaş
katillerin “yargılandığını” göremeden aramızdan ayrıldı. Medeni’nin davasında
içeride adaletin ruhuna rahmet okunurken dışarıda davayı izlemeye gelenlere gaz
ve basınçlı sularla saldırdılar! Berkin Elvan hâlâ uyuyor, karnesini alamadı ve
onu vuran devlet memurlarıyla ilgili henüz soruşturma açılmış değil. Bu olaylar
ne basit bir istatistik ne de öylesine birer acı.
***
Bu olaylar bir şeylerin ters
gittiğinin, hukukun ve siyasetin krizinin üst üste binerek devlet krizine
dönüştüğünün göstergesi. Devlet aygıtları arasında koordinasyon dağılmış
durumda ve tamir edilemez hale getirildi. Yasalar, fiiliyatta geçersiz. Polisler,
“kamunun” değil “iktidarın vicdanı”. Savcılar, hukuki sistemde “etkisiz
eleman”. O halde geriye sadece halk
kalıyor. O halde hafızalarımıza Lenin’in şu sözünü getirelim ve bir kez de öyle
düşünelim: “Burjuvazi artık yönetemiyor”. Kriz koşulları nedeniyle yönetme
sorunlarının ortaya çıktığı anlarda inisiyatif almak kaçınılmazlaşır. Lakin inisiyatif
alma tek başına pratiğe ilişkin bir konu değildir; pratiği şekillendirecek ve
pratiğe dahil olması muhtemel tüm bileşenlere rota sunacak bir teori zaruridir.
Düşünce tarihinden biliriz ki kriz momentlerindeki teori kavgasız
yapılmamıştır çünkü her teori bir kampfplatz’tır; bir kavga alanıdır.
***
Bu sayıda Kuram bölümümüzün ilk yazısında Alp Yücel Kaya, siyasi ve iktisadi açıdan güncel bir konuya dikkat
çekiyor: “Acele Kamulaştırma”. Bakanlar Kurulu’nun, Enerji Piyasası Düzenleme
Kurumu’nun verdiği acele kamulaştırma kararlarının dökümünü yapan Kaya,
kapitalizmin krizinin Türkiye’deki gelişimini tartışıyor. Liberal piyasa
rasyonalitesinin “kamu”, “özel”, “kamulaştırma”, “özelleştirme”, “acele
kamulaştırma” kavramlarını sorunsallaştırarak yaşanan idari ve hukuki dönüşümü
inceleyen Kaya, acele kamulaştırmanın olağan kamulaştırmalara neden tercih
edildiğine değiniyor.
Ayşegül
Kars Kaynar yazısında
hukuk ve siyaset arasındaki ilişkilere örnek olaylar etrafında yaklaşıyor.
Yargının AKP’nin tercihleri ile uyumlu kararlar verdiğini belirten Kars Kaynar,
Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın ve diğer mahkemelerin 4+4+4 eğitim sistemi,
üniversite öğrencilerinin türban takması, karikatürler hakkında açılan
davalarda verilen kararların siyasi boyutunu inceliyor. Kars Kaynar yazısında
Carl Schmitt’in hukuk kavramı üzerinden yargı erkini hükümetten
bağımsızlaştıran ve siyasetin hukuka müdahalesini zinhar yasaklayan anayasal
devletteki yasal normların uygulanışı ile siyasi iktidar arasındaki ilişkiyi
işliyor.
Siyasal grotesk konusu üzerinde
duran Savaş Ergül, klasik ve modern
siyaset arasında bulunan, ne klasik siyasal geleneğin ne de modern siyasal
düşüncenin içine kolayca yerleştirilemeyen bir figür olarak Nicollo
Machiavelli’nin siyaset görüşünü grotesk kavramı çerçevesinde tartışıyor.
Ergül, groteskin kimi tanımlarını sıraladıktan sonra Rabelais’e ve Bakhtin’e
uğruyor ve Machiavellici siyasal kuramın neden grotesk olduğuna dair bir deneme
gerçekleştiriyor.
Özgür
Taburoğlu
yazısında farklı zamanlarda yaşamış, farklı yaklaşımları savunan Thomas
Hobbes, Carl Schmitt ve Giorgio Agamben’in siyaset kuramlarını inceliyor. Üç
düşünür bağlamında ‘keyfîlik’, ‘boşluk’ ve ‘aşırılık’ kavramlarının düşünce
dünyalarında önemli bir yer tuttuğunu belirten Taburoğlu, siyasetin boşlukların
ya da aşırılıkların bir görünümü olarak istisna hallerinde ya da olağanüstü hal
koşullarında alınan kararların sonucu gibi ortaya çıktığı üzerinde duruyor.
Walter Benjamin ve Carl Schmitt
bağlamında tarihsel zamanda “karar alamama” durumunu inceleyen Ertan Kardeş, yazısında, Benjamin’in
tez çalışmasından Schmitt’in eserlerine değin yöntemsel bir inceleme
gerçekleştiriyor. Estetik ve siyaset bağlantısı bağlamında bu iki düşünürün
yöntemlerine dair bir ortaklığa vurgu yapan Kardeş, Schmitt ve Benjamin’in
sanat yapıtı okumalarını yazısına konu ediyor.
Ekrem
Ekici yazısında Louis
Althusser’in geç dönem materyalizm ve yeni bir materyalist anlayışın inşasını
kendi eserleri üzerinden tartışıyor. Althusser’in felsefi müdahalesinin
motivasyonlarından yola çıkan Ekici, Althusser’in materyalizm anlayışının
doğası, bu materyalist felsefenin öncülleri ve bu materyalist felsefenin
Althusser’in Marx’ı ve “Marx’ın felsefesini” felsefe tarihi içerisinde
konumlandırdığı yeri inceliyor. Ekici yazısında siyasal pratiğin Althusserci
yeniden yapılandırılmasını inceliyor.
Kuram bölümümüzdeki son isim,
Althusserci ekolden İtalyan felsefeci Vittorio
Morfino. “Çoğul Zaman Kavramı Üzerine” isimli yazısında Morfino geniş bir
yelpazede Hıristiyanlık öncesi ve sonrası zaman mefhumu üzerinde duruyor.
Antikiteden başlayarak zaman ve diyalektik üzerine Epikür’den Althusser’e dek
geniş skalada pek çok düşünürü inceleyen Morfino, zamanın katmanları ve
kesişimlerinin toplumsal ilişkileri nasıl etkilediğini tartışıyor.
Polemik bölümümüzde, Saffet Murat Tura Madde ve Mana eserine dair bir kılavuzla karşımızda. Kitabında çok
sayıda filozofla tartışmalarını, gerçekleştirmeye çalıştığı dil dönüşümlerini,
argümanını sağlamlaştırmak amacıyla girdiği yan konular nedeniyle okunması ve
anlaşılması zor olduğunu belirten yazar, farklı bağlamlardaki tezlerini
okuyucuya açıyor.
Yine Madde ve Mana üzerinden yakın dönemde gerçekleşen tartışmaya
katılmış olan Vefa Saygın Öğütle, eleştirilerinin
teorik temelini oluşturan temel argümanları işliyor. Tura’nın Madde ve Mana eserindeki temel argümanlarının
sosyal bilimlerin ontolojisi açısından belirli implikasyonlar barındırdığını
söyleyen Öğütle, materyalizme, bilime ve metafiziğe ilişkin görüşlerini
yazısında Tura ve diğer düşünürlerle birlikte tartışarak ilerliyor.
Eren
Buğlalılar ve Barış Yıldırım birlikte kaleme
aldıkları yazıda ontoloji ve epistemolojiye dair belli sorunlara odaklanarak
Marksist düşüncede diyalektik materyalizmi tartışıyorlar. Buğlalılar ve
Yıldırım, Kant’tan Marx’a değin diyalektik materyalizme ilişkin hâkim
görüşleri inceledikten sonra Vefa Saygın Öğütle ile daha önce
gerçekleştirdikleri tartışmayı açıyorlar. Diamat olarak bilinen tartışmada
diyalektik materyalizm ve pozitivist Marksizm ilişkisine dair eleştirel bir
çerçeve sunuyorlar.
Cumhuriyet ve proletarya
diktatörlüğü projelerini inceleyen Kansu
Yıldırım, iki proje arasında ilişki olup olmadığı sorusuna yanıt arıyor. Yıldırım,
sosyalist tartışmalarda dile getirilen “Marx’ın Cumhuriyetçi” kimliğe sahip
olup olmaması üzerinden hareket ederek, bunu savunan isimlerle tartışmaya
giriyor. Machiavelli ve Lenin’in tarihsel düşüncelerinde iki projenin konumunu
sorgulayan Yıldırım, karşı hegemonya mücadelelerinde projelerin nereye denk
düştüğünü inceliyor.
Utku
Özmakas farklı
tarihlerdeki Platon çevirilerinin üzerinde duruyor. Klasik felsefe metinlerinin
en önemlilerinden Platon’un Politikos
yani Türkçe alışılageldik adıyla Devlet
Adamı diyalogunun çeşitli çevirilerini karşılaştıran Özmakas, çeviri
hatalarını ve “yeniden yazımlarını” gözler önüne seriyor. Durumu “doğru
bildiğimiz yanlışlar” olarak tarif eden Özmakas, çeviri sorunlarına dikkat
çekiyor.
Biyopolitika bölümümüzde Onur Kartal AKP’nin kimi siyasi pratiklerden yola çıkarak siyaset
yapma tarzını inceliyor. Michel Foucault, Giorgio Agamben ve Michael Hardt ile Antonio
Negri’nin perspektiflerinden hareket eden Kartal, muhafazakâr, baskıcı ve
neoliberal boyutlarıyla AKP iktidarının biyopolitik görünümlerini konu ediyor.
Biyopolitik direniş olanaklarının sunduğu çeşitliliği dile getiren Kartal,
muhalif siyaset pratiklerine değiniyor.
Söyleşi
bölümümüzün
konuğu Marksist iktisatçı ve düşünür Michael
A. Lebowitz. Gülden Özcan ve Bora
Erdağı'nın gerçekleştirdiği söyleşide Lebowitz'e kuramsal ve güncel
gelişmeler hakkında merak edilen sorular soruldu. Marx'ın emek-değer
teorisinden Marksist siyasal sınıf mücadelesine ve sosyalizme değin geniş bir
sohbetin gerçekleştiği söyleşide Lebowitz, Chavez dönemi Venezüela'sı
hakkındaki görüşlerini de bizimle paylaşıyor.
Bir
Film Üç Yorum bölümümüzün
bu sayıdaki filmi Jîn. Gülsüm Depeli önce
Reha Erdem sinemasında gerçekliğin sinematografik yeniden yaratım sürecinde,
gerçekliğin nasıl azımsandığını belirliyor. Bu belirlemeyi Erdem Jîn’de nasıl gerçekleştiğini
örnekleriyle ortaya koyuyor. Jîn’de
Kürt hareketi ve kadın mücadelesi konusunda masalsı hakikat arayışı peşine
düşen Erdem, öncelikle hakikatin kendisine değil, hakikat dolayımıyla oluşan
masalsılığa sığınıyor. Tam da bu yüzden toplumsal ve tarihsel gerçekliği
anlamak ve yeniden yaratmak yerine, gerçekliği azımsıyor ve masalsılığa
sığınarak gerçekliği icat etmenin yollarını arıyor.
Abdurrahman
Aydın ise
şimdiye değin -eleştirmeninden yönetmenine kadar- birçok kişinin Jîn hakkında konuşurken öne çıkardığı
masalsılık vurgusunu, “şimdi ve burada” olmamızla birlikte düşündüğümüzde,
bizleri nasıl bir meşruluk kriziyle baş başa bıraktığını ifade ediyor. Temel
soru şu: “Şimdi ve burada oluşumuzun ölçüsü, nasıl olur da Kürdistan
dağlarındaki bir kadın gerillanın anlatıldığı bir masal olur?”
Masalsılaştırılmış bir tarih, masal olamayacak kadar içinde olduğumuz bir
tarih olduğunda, her anlatının öncelikle sorumluluk ile yüzleşmesi gerekiyor.
Yağız
Ay içinse Jîn, aslında “derinin içinde” sıkışan
bir şeyleri işaretliyor. Reha Erdem kadına ve Kürt hareketinin mücadelesine
sinematografik olarak yaklaşırken, adeta “Auschwitz’den sonra şiir yazılabilir
ama kırmızı kalemleri vurguları artırmak için kullanmayalım” der ya da “kırmızı
kalem kullanacaksak kadın ve Kürt hareketi mücadelesinden biraz uzakta duralım
ve ardından sadece soru işareti karalayalım” der gibidir. Bu elbette Türkiye
sinemasının çoğunlukla gerçeğin çölünde ne yapmayı sevdiğini anlatıyor.
Edebiyat bölümünde Barışçan Demir Louis Ferdinand Céline’nin eserlerinde umut
kavramının işgal ettiği yazınsal uzamı sorguluyor. Önceleri Karl Marx ve
Frederich Nietzsche’nin eserlerinde umudun ele alınma biçimini tartışıyor ve
ardından Celine’nin bu izlekleri kendi edebi uzamında nasıl dışlaştırdığını
ortaya koyuyor. Sonunda “Umut etmek yaşayan ölülere özgü bir durma
etkinliğidir” tanımına ulaşıyor ve “yazında umuda sahip olmuş ya da insana dair
umut kapısı bırakan bir yazın, belli soruları henüz sormamış yazındır” diyor.
Minör
Temaslar bölümü kampfplatz’ın her zaman olduğu gibi
yorgun düşmüş okurlarını serbest çağrışımlarla birlikte yeniden tartışmaya
davet ettiği yazılarla dolu: “Bilim, psikoloji ve milliyetçilik”, “Karatay
Diyeti”, “Kavramın korunağı: Tanrı”,
“Üç tarz-ı birikim”, “Rojava: Welaté tune”.
***
kampfplatz’ın bu sayısını hazırlarken
yukarıda serimlemesini yaptığımız yazarların kuram, polemik, biyopolitika,
sinema ve minör temaslar yazılarının yayımlanmasına karar verdik. Bunu karar sürecine
yayın kurulumuzun, sekretaryanın ve yazarların ortak çabaları olabildiğince
damgasını vurdu. Örneğin yukarıda bulunan yazıların üçte biri yeniden yazıldı,
üçte biri ise kısmi düzeltmelerle olgunlaştırıldı. Elbette bütün bunlar
yazarlarımıza, okurlarımıza ve dertlerimize duyduğumuz muhabbetle şekillendi.
Eksikler ve hatalar tamamen editörlerindir. Umarız siyasal ve ekonomik
krizlerin cirit attığı dünyamızda dergimiz, müdahil olmaya çalıştığı
tartışmalarda kalıcı ve dönüştürücü bir ortaklığın yolunu açar.