“Olay”lar
önemlidir; çünkü zamanın ve mekânın akışkanlığını durdururlar. Bu durdurma
nedeniyle de “ad”landırılır ve zamanı kendisinden önce ve sonra olmak üzere
bölerler. Geziden sonra ifadesi, Türkiye’de devrimcilerin
“12 Eylül’den önce ve sonra” diye bölmüş oldukları zamanı, nihayet yeniden
başka bir şekilde adlandırmalarını sağladı. Büyük bir yenilgi ve çöküntünün
sonrasını kavramsallaştırmak için kullanılan 12 Eylül
sonrası ifadesi yerini bir özgüven ve umut içeriği taşıyan Gezi
sonrası ifadesine bıraktı.
Söz konusu sonralar arasındaki bu geçiş, siyasal özneler açısından sadece
duygularda ifadesini bulan sonuçlar yaratmadı elbet. Çok uzun zamandır minör
siyasetin uzamlarında gezinen teori; daha doğrusu minör olarak ifade
edilebilecek sorunları temel ve merkezi bir belirleyene, -hadi adını koyarak
söyleyelim- bir büyük
anlatıya bağlamaktan
imtina eden (ama bu yönüyle de üzerine eğilmiş olduğu konunun tüm bileşenlerini
açığa çıkararak nesnesine belirlenim kazandıran) politik teori bir kez daha ufkunu devlet ve hukuk
gibi majör siyasetin
nesnelerine çevirdi. Belli ki iktidar karşısında kendini korumaya almaya çalışan, yenilgi
dönemlerinin politik refleksleri iktidarı bu sefer kaçınılması gerekenden çok kazanılması gereken
bir şey olarak belirleyebilme çizgisine yeniden geldi. Bu mevcut durum
önümüzdeki dönemin entelektüel uğraşını ve kuramsal çalışmalarını büyük oranda
belirleyecektir.
* * *
Dünya büyük bir fabrikaya dönüşmeye başladı. Yeni emek
denetim stratejilerinin insanlığa biçmiş olduğu rol sermayenin devamlılığını
sağlamak olarak belirlenmiş; Matrix’te, Morpheus’un Neo’ya makineler için
insanlığın anlamını gösterdiği o muazzam sahnedeki nesne herkesin aklındadır:
pil. Pilin üzerine AKP ya da CHP yazmanız farketmiyor; İslam ya da
Hıristiyanlık gibi inanç motifleri ise bırakın bu durumu ortadan kaldırmayı
sermayenin şarj cihazı olarak çalışıyorlar; boşta kalan zamanlarda da
Suriye’de, Rojava’da, Afrika’da insanlığa önerdikleri geleceği sergiliyorlar:
ölüm, korku ve en aşağılığından vahşet.
Parlamenter demokrasinin merkezi
organları olarak düşünülen meclisler gün be gün yeni çalışma yasaları “müjdeliyorlar”, zaman süresi arttırılarak yeniden-üretiliyor. Zamanın yeniden
üretilmesiyle ücretler oransal olarak azalıyor, ve sermaye söz konusu ücreti de
gündelik hayatın her alanını metalaştırmak suretiyle geri almanın yollarını
büyük bir yaratıcılıkla yeniden buluyor. Kamusal mülkiyet olan ormanlar,
plajlar ve dereler özel mülkiyete dönüştürülmek suretiyle sermayenin alanlarına
dönüştürülüyor. Ve bizler gözlerimizin içine bakıla bakıla, aptal yerine
konularak hukuk
silahına sarılmaya
çağrılıyoruz; artık bir deyim olan bu iki sözcükten hukukun düşmesine ramak kaldı. Bu sayıda röportaj yaptığımız ve
II. Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Sempozyumu’nda konuğumuz olacak Mark
Neocleous’un cümleleri durumu daha açık anlatmamıza yardımcı olacaktır:
Olağanüstü yetkiler tartışılırken
devrimci şiddetin mümkün ve gerekli olduğuna neredeyse hiç değinilmemesi,
Sol’un büyük bölümünün, hukukun egemenliğinin çok daha konforlu dünyası uğruna
-bu dünyanın sonyıllardaki içler acısı durumunu görmezden gelerek-, siyasal
şiddetten söz etmekten tamamen vazgeçtiğini göstermesi bakımından öğreticidir.
Ama olağanüstü yönetimlerin tarihi bize bir şey söylüyorsa eğer, bu, devlet
şiddetine verilecek en etkisiz yanıtın hukukun egemenliğinde ısrar etmek
olduğudur.Gerekli olan, devlet şiddetini yasallık talebiyle etkisiz kılmaya
çalışmak yerine buna karşı bir karşı-siyaset geliştirmektir... (Güvenliğin Eleştirisi)
Olağanüstü hale karşı yeni bir olağanüstü hal yaratılarak
cevap verilmeli diyen Benjamin’i yankılayan cümleler...
Burjuva demokrasisinin yönetme
mantığı da yukarıdaki gelişmelerle beraber farklılaşıyor. Erklerin ayrımına dayanan yasama, yürütme ve yargı arasındaki
ilişki yürütmenin lehine diğer ikisinin tasfiyesiyle sonuçlanan eski bir
siyasal tekniği (daha çok gizlenmiş olanın açığa çıkması anlamında) yeniden
oluşturuyor. Bu zamana kadar sınıf savaşımının sonuçları olarak ortaya çıkmış
olan ve devlet ile yurttaş arasındaki ilişkinin denetleyici mekanizmaları odalar,
barolar, sendikalar ve birlikler, yönetmeyi oyla özdeşleştirmiş sığ ve ahlak
yoksunu bir gericiliğin insafında yok ediliyor.
Ve elbette tüm bileşenleri ile
dünyanın bu büyük tahribini yürütebilmek için dehşetengiz bir savaş makinesine
ihtiyaç duyuyor sermaye. Polis ve ordular yeni biçimlerini alırken, yeni zor aygıtları ve paramiliter güçler işçi sınıfının ve ezilenlerin
cümlesinin etrafındaki çemberi daraltıyorlar. Ellerimiz bomboş; yerden
aldığımız taş bile muktedirlerin mahkemesinde ölümü meşru kılan bir silah; hele
ki elinde ekmek olmasın bir çocuğun... Toplumu disipline etmenin rıza temelli olduğu düşünülen aygıtları zayıflayıp inandırıcılıklarını
yitirdikçe şiddetin çıplak yüzüyle daha açıktan karşılaşacağız.
Dergimizin adı kampfplatz; belki henüz kavramına ulaşmadı ama; zamanın şimdisinde, büyük bir kavganın
eşiğinde adı oldukça isabetli seçildi. “Üzgün değil ama öfkeli” olmayı tercih
eden yazıların uzamı olmayı arzu ediyor.
* * *
Öfkelilerden birini geçen sene tam bu zamanlar yitirdik;
Taner Abi elimizden usulca kaydı gitti. Anlayamadığımız, kaotik bir zaman
dilimi içinde oldu her şey: önce koca bir gövdeyi toprağa teslim ettik ve
arkasından Devlet ve
Hukuk üzerine çalışan
bu ADAMın yasını bir sempozyum ile tuttuk. Geçen sene birincisini
gerçekleştirdiğimiz Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Sempozyumu’nun bu sene
ikincisini uluslararası katkılarla 24-25 Mayıs’ta Kocaeli’de
gerçekleştiriyoruz. Maalesef kendilerine şaraplar sunacağımız tanrılarımız bizi
terkedip gittiler; bizler artık “ad”landırılması gerekenleri ve hak edenleri bu
şekilde onurlandırıyoruz.
* * *
Yazılara gelince...
Kuram bölümü, Sovyet hukukçusu Evgeny Pashukanis’in “Marksist
Devlet ve Hukuk Teorisi” makalesinin çevirisi ile başlıyor. Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm kitabındaki, hukuku mübadele ilişkilerinden türeten
yaklaşımını eleştiren Pashukanis hukuki “biçim ile içeriğin birliğini”
vurguluyor ve hukuk ile toplumsal ilişkiler ve devlet arasındaki rabıtalara
odaklanıyor.
Özgür Taburoğlu, “Keyfi Şiddet:
Devlet ve Topluluklara Ait Hukuksuz Eylemler” yazısıyla devlet şiddetinin ve
toplumdaki farklı grupların uyguladığı şiddetin “keyfi”liğini tartışıyor.
“Devleti meşru kılan yasanın, toplumsal ya da beşeri nitelikte keyiflerle
bağlarını dile getirmenin” siyasal önemine dikkat çekiyor.
Ali Rıza Taşkale, “Neoliberalizm:
Foucault, Form Olarak Rekabet ve Hukukun Üstünlüğü Üzerine” yazısında rekabet
ve hukukun üstünlüğü ilkelerini Foucault’ya referansla ele alıyor. Taşkale ,
“hukukun üstünlüğü” kavramının form olarak rekabeti toplumun genelini
örgütleyen merkezi bir ilke haline getiren ve neoliberal iktisadi rasyonalitenin
yayılmasında önemli bir işlev gören biyopolitik bir normalleştirme aracı
olduğunu öne sürüyor.
Sevil Aynalı’nın kaleme aldığı
“Eşitten Düşülünce Kalan Eksik: Spinoza’da Kadın” başlıklı yazı, aslında
kendisi kadın meselesini sorun edinmemiş Spinoza’dan hareket ederek felsefe
tarihinde “‘kadının’ siyasi ve felsefi ehliyetlerden yoksun bırakılarak
dışlanmasını” tartışmaya açıyor ve “kadının Spinoza felsefesinde de kendine
eşit” olmadığını ortaya koyuyor.
Polemik bölümünün ilk yazısı Ergin Yıldızoğlu’nun kaleme aldığı
“Rejimin Adı Ne?”, Gezi Olayları ve Aralık’ta patlak veren “tape” skandalları sonrasında
yeni bir döneme girdiğimiz tespitini yapıyor. Yıldızoğlu, “rejimin adı ne?”
sorusundan hareketle yeni rejim tartışmalarını ve devlet biçimindeki değişim ve
dönüşümleri, klasik ve çağdaş siyaset felsefesine uzanarak, ulusal ve
uluslararası ölçekte cereyan eden güncel gelişmelerle birlikte değerlendiriyor.
Göksu Uğurlu’nun kaleme aldığı
“Burjuva Kamusallığı Peşinde: Türkiye’de 'Sol' Liberal Eleştirellik ve
Bıraktığı İzler” başlıklı yazı, Habermas’ın burjuva kamusal alanın tarihsel
gelişimi üzerine yaptığı incelemede temellendiğini iddia ettiği “sol” liberal
eleştirelliğin ve muhalefetin “demokratik dönüşüm” söylemlerinin eleştirel bir
analizini yapıyor.
Aynel Ömer, “Yerel Seçimler’in
Işığında Cumhuriyet’in Krizi ve AKP’nin Pergeli” başlıklı yazısında, yerel
seçimler ekseninde “Cumhuriyet’in krizini”, AKP’nin hamlelerini ve Kürt
hareketinin krize ve bu hamlelere karşı ürettiği cevapları Türkiye-Kürdistan
sınır hattından “savaş muhabiri tavrıyla” ele alıyor ve oluşturulan bu
sınırların kendisini de sorgulamaya tabi tutuyor.
Biyopolitika bölümünde “Gramsci’de Devlet Nosyonu ve Biyoiktidarın
İzdüşümleri” başlıklı Kansu Yıldırım’ın kaleme aldığı yazı biyopolitika kavramsallaştırmasının
içerdiği tespitlerin izinin Gramsci’nin özellikle Amerikanizm ve Fordizm
üzerine çalışmalarında sürülebileceğini iddia ediyor. Bu kapsamda biyoiktidar
çalışmalarında devlet ve hegemonya gibi kavramların tartışılması gerektiğini
savunuyor.
Söyleşi bölümünde iki konuğumuz var; Mark Neocleous ve Mustafa Sarısülük.
Neocleous ile Foucault ve Marx arasındaki
ilişkinin eski ve yeni zamanlardaki farklarını, üniversitenin içinde ya da
dışarıda kalmayı; burjuva demokrasisinin şimdilerde ortaya çıkmaya başlayan
yönetme mantığını, zor ve rızayı, devletçi tahayyülü, güvenliği ve şiddeti konuştuk.
Kitaplarının neredeyse tamamının Türkçe’ye çevrildiği bu düşünürle tanışmak
oldukça keyifli bir deneyimdi.
Diğer söyleşimiz ise Ethem
Sarısülük’ün ağabeyi Mustafa Sarısülük'leydi. Ethem Sarısülük Davası’ndaki
gelişmeler üzerinden Türkiye’de devlet hukuk ilişkileri, halkın ve egemenlerin
hukuka bakışı üzerine düşüncelerini dile getiren Sarısülük, egemen sınıfların
hukukunun adaleti sağlayamayacağını belirterek gerçek adaletin “halkın adaleti”
olduğunu ifade eden bir hukuk tartışmasını bizim için yürüttü.
Bir
Film Üç Yorum
bölümümüzde ise Mahmut Fazıl Çoşkun’un Yozgat Blues filmi
üç farklı yazı ile ele alınıyor. Emre Özcan, “Yokluk ve Varedebilme Halleri
Olarak Yeni Taşra” başlıklı yazısında Yozgat Blues filminin
son yıllarda Türkiye sinemasının ana teması haline gelen taşra hikâyeleri
arasında özgün bir konumda olduğunu belirtiyor. Özcan, filmin “taşralaşan
şehir, şehirleşen taşra” yani “yeni taşra olgusu”nu temsil ettiğini iddia
ediyor.
Gamze Hakverdi’nin kaleme aldığı
“Peruk Düştüğünde Görülenler: Yozgat
Blues Filminde
Fantazi Beden-Kimlik” başlıklı yazı, filmi Türkiye’nin kurucu kültür
politikaları üzerinden değerlendiriyor. Hakverdi, kolektif toplumsal
bilinçteki kurucu açmazların filmdeki ana karakterlerin deneyimlediği “fantezi
beden-kimlik”e ilişkin temsillerle nasıl ilişkili olduğunu tartışıyor.
Fırat Konuşlu, “Bakış-Merkezli
Türkiye Sineması’nın Bir Örneği Olarak Yozgat Blues” başlıklı yazısında filmi son dönem Türkiye Bağımsız
sinemasında ortaya çıkan biçimsel bir anlatı özelliği olarak ele alıyor.
Konuşlu, “bakış-merkezli bir anlatı” olarak adlandırdığı bu anlatı biçiminin,
içeriğinden bağımsız bir şekilde, estetik bir tercih olmaktan ziyade politik
bir tercih olduğunu Yozgat
Blues örneği üzerinden
tartışıyor.
Medya bölümünde, Diyar Saraçoğlu’nun “Ayaklanmalar ve Sosyal
Medya” başlıklı yazısı özellikle 2008 sonrası toplumsal hareketlerde sosyal
medyanın işlevlerine odaklanıyor. Saraçoğlu, Tahrir Ayaklanması, Öfkeliler
Hareketi, Occupy
Wall Street Hareketi ve
Gezi İsyanı örneklerinde sosyal medyanın farklı örgütlenme pratiklerine ve
kullanım biçimlerine işaret ediyor ve sosyal medyanın fiziksel mekânda
örgütlenme, bir araya gelmenin önemini azaltmadığını öne sürüyor.
Kitap
Eleştirisi bölümünde Önder
Kulak, Slavoj Zizek, Sebastian
Budgen, Stathis Kouvelakis
tarafından derlenen Yeniden
Lenin: Bir Hakikat Siyasetine Doğru kitabını ele alıyor. “Lenin’in Elinden Tutmak” başlıklı
yazısında Kulak, bugün hem düşüncede hem de eylemde “Leninist tavır”ın
nasıl olabileceğine dair derlemedeki makaleler üzerine eleştirel notlar
düşüyor.
Minör
Temaslar bölümü ise
“büyük” tartışmalarda gözümüzden kaçan “küçük” meselelere dikkat çeken
yazılardan oluşuyor: “Türkiye Cehenneminin Çocuk Kanatlı İşçileri”, “Gezi’deki
Tahtakuruları, Lice’deki Leş”, “Offf Ne Sağlam İRADELİ Çıktık beee!”, “Kavram
ve Sözcükleri”, “İdeal Kapitalistopia: Sünger Bob Kare Pantolon”, “Muhalif
İstisnanın Kuralları İçin Dört Pastiş”, “Rojava Fotoğrafın Neresinde” ve
"Ölü Canlar".