CAMERON McCARTHY İLE SÖYLEŞİ
Ergin Bulut & Bora Erdağı
1980’li
yıllardan itibaren gelişmiş kapitalist ülkelerde, soğuk savaş döneminin
etkilerinin giderek silikleşmeye başlaması ile yeni bir toplumsal ve tarihsel
dönüşüm yaşanmaya başlandı. Bu dönüşümün birçok simgesel göstergesinin var
olduğu ifade edilir; fakat biz sosyal bilimler açısından miladın filozof
Jean-François Lyotard’ın Postmodern Durum (1979) adlı çalışması olduğu
genel kabul görür. Bu kanaatin doğru olduğunu kabul edenler, 1980’ler boyunca
gelişmiş kapitalist ülkelerdeki toplumsal ve tarihsel dönüşümlerin postmodern
teorik arayışlarla eklemlenmesinin kilit önem taşıdığını da düşünür. Yani “büyük
anlatılar”dan ve “sınıf politikaları”ndan uzaklaşan bir sosyal bilimler
tablosunun gelişmesine yol açan şeyin, bu teorik ve pratik dönüşümler olduğunu
kabul ederler. Kısacası disiplinlerarasıcılığın, kültürel çalışmaların,
çokkültürcülüğün, minimalist perspektiflerin, postkolonyalist yaklaşımların,
etnik ve yerel mücadelelerin, toplumsal cinsiyet hareketlerinin yükselişini
postmodern dünya ile neo-liberal dalganın birleşmesi ile ilişkili tartışırlar.
Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Cameron
McCarthy: Bana kalırsa postmodern düşünce,
eleştirel-rasyonel söylemlerin aşırılıklarını anlamak ve radikal teorilerin
yanı sıra siyasal projelerin boğucu derecede otokratik ve tepeden inme
örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkardığı ironik durumlara dikkat çekmesi
açıcısından faydalı olmuştur. Zaten Lyotard da bu tip olguların, siyasal solun,
sağdan çok da farklı olmayan faşizan yanlarıyla bağlantılı olduğunu söylüyordu.
Fakat postmodern düşüncenin içinde yaşadığımız dönemi anlamak açısından sunduğu
olanakların da sınırlı olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Bence içinde
bulunduğumuz çağı daha iyi anlamak, son dönemde canlanan ekonomi ve emeğin yanı
sıra dijital ortam içerisinde yeniden şekillenen kültürel formlar ve
deneyimlere odaklanan kültürel coğrafya, eleştirel tarihyazımı ve yeni
materyalist analizlerle mümkün. Bunları söylerken de aklımda neo-liberal
dönemi, yani varlıklı sınıfların lehine yaşanan ve yoksulların yerinden
edildiği bir sınıfsal dönüşümü iyice kavradığını düşündüğüm David Harvey, Aihwa
Ong, Saskia Sassen gibi araştırmacılar var. İçinde bulunduğumuz dönemde sınıf
ilişkileri iyiden iyiye etnik ve toplumsal cinsiyet ilişkileriyle içiçe geçmiş
ve ulusötesi bir platforma taşınmış durumda. Bunu anlamak için mutenalaştırma
projelerine, korunaklı sitelere, marinalara, spekülatif sermaye hareketlerine
ve zengin sınıfların iyice agresifleşmiş sınıfsal arzularına bakmak yeterli. İnternetle
beraber emek gücünün çalışma alanı genişlerken, artı değer üretimi de yine
internet dolayımıyla iyice hızlanmış durumda. Devletin yoksul sınıfları koruma
görevini artık yerine getirmediğini de görmek gerekiyor. Bütün bunlar da
haliyle eğitim kurumlarında çalışan bizlerin hayat kalitesini düşürüyor. Bizim
gibi hayatlarını entelektüel emekle idame ettirenler, aslında çoğu zaman
kapitalizm ve neo-liberalizm ekseninde yaşananların eğitime olan etkisinin
şiddetinin farkında da değil. Irk ve toplumsal cinsiyet dinamiklerinin önemsiz
olduğunu söylediğim düşünülmesin bu arada. Söylediğim şey şu: Toplumsal artığın
paylaşımında ibre elitlerden yana kaymış durumda; biz bunu görmediğimiz ve bu dinamiklerlerle
mücadele etmediğimiz sürece iş işten geçiyor demektir.
Aslen
ABD’li değilsiniz. Bu ülkede eleştirel teori alanında yaşanan genel dönüşümlere
yıllar içerisine tanık oldunuz. Gözlemleriniz nedir? Eleştirel teori neredeydi?
Bugün nerede?
ABD’ye gelmeden once Kanada’da Eğitimde Uluslararası
Çalışmalar alanında yüksek lisansımı yaptım. Lisansımı ise edebiyat ve siyaset
bilimi alanında Barbados’ta tamamlamıştım. ABD’ye geldiğimde sınıf analizlerine
daha yakındım; ırk herhangi bir toplumsal meseleyi incelemek için başvurduğum
bir kategori değildi. Ancak bu durum, Michael Omi ve Howard Winant’ın Racial Formation in the United States (Amerika Birleşik Devletleri’nde Irksal
Oluşum) adlı kitabını okuyunca değişti. Irksal çatışmaları değerlendirme
anlamında akademide iki durum yaşanıyordu. Bir taraftan etnisite çalışmaları
sınıf ve toplumsal cinsiyeti görmezden gelirken, Marksist araştırmacılar da
ırkı sınıfın içine dahil edip altyapı-üstyapı argümanlarınına başvuruyordu. Onlara
göre ırk, üstyapının içerisinde yer alan ve altyapının belirlediği olgulardan
birisiydi. Ben de sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyeti birbiriyle eklemlenmiş
değişkenler olarak kuramsallaştırarak bu ikiliği aşma çabasına giriştim. Bunun
teorik alanın yanı sıra, toplumun en alt kesimlerinin içinde bulunduğu maddi
koşullar etrafında olabildiğince geniş ve kapsayıcı bir damar açması bakımından
da değeri var. Irka dayalı parçalanmışlıklar etrafında bu tarz daha
birleştirici mobilizasyonlar oluşturulmasının ve ABD içerisindeki genel nüfus
içerisinde direniş hareketleri kurulmasının önünde büyük engeller var. Bu
engeller tarihsel olarak ülkenin kuruluşuyla başlar ve her yeni göç dalgasıyla
devam eder. Burada, her yeni göçle beraber yerleşmiş herhangi bir dayanışma ve
ulus algısının yanı sıra herhangi bir dayanışma biçiminin de altüst olmasını
kastediyorum. Bütün bunlar haliyle mücadelenin nasıl tasarlanıp koordine
edildiğini etkiliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde genellikle eleştirel
iradenin koordinasyonunu ve dönüştürücü etkiye sahip hareketleri bölgesel,
yerelci ve tikelci anlamda düşünme eğilimi var. Hareketle alakalı diğer
bileşenler etnik tikellikler etrafında dile getiriliyor. Aslında bu bileşenler doğrudan
doğruya sınıfla alakalı. Ulusun etnik hatlarda bölünmesi, ırk etrafındaki
birliktelikler ve sömürülen bütün grupları doğrudan etkileyen maddi meseleler
açısından zararlı sonuçlar doğuruyor. Radikal araştırmacıların bu meseleye
şimdiye kadar olduğundan daha fazla mesai harcaması şart. Özellikle toplumsal
tabakalaşmanın arkasındaki en güçlü sebebin, Büyük Buhran’dan bu yana
görülmemiş biçimde toplumsal kaynakları sınıf temelinde radikal bir şekilde bölüşüme
açan neo-liberalizm olduğu bir dönemde, insanların deneyimlerinin birbiriyle
ilişkili halini, etnisite ötesinde nasıl kuramsallaştırabiliriz? Sormamız
gereken sorunun bu olduğunu düşünüyorum.
Sizin
eğitim ve toplum ilişkisini inceleyen onlarca çalışmanız var. Bu çalışmalarda
Amerikan eğitim sistemine ve özellikle Amerikan orta sınıflarına
odaklanıyorsunuz. Irk eşitsizliğine dayanan sorunların anlaşılması ve çözülmesi
yönünde 1970’lerin ortalarından beri ortaya konan çokkültürcü anlayışların
yetersizliklerine değiniyorsunuz. Sizden tam olarak Amerikan eğitim
sistemindeki çokkültürcü yaklaşımları neden yetersiz bulduğunuzu ve ırksal
eşitsizliğin giderilmesine/aşılmasına dair ne yapılması gerektiği hakkında neler
düşündüğünüzü öğrenebilir miyiz?
Ben meselenin oldukça basit olduğu düşüncesindeyim. Çokkültürcü
perspektif dikkat dağıtıcı bir mekanizma olarak, azınlıkların, özellikle de
siyahların ve Latin Amerikalıların kaliteli eğitime erişimi gibi önemli bir konunun
önünü kesti. Bu toplumsal gruplardan vatandaşların eğitim alanındaki
başarısızlıkları, sistemle alakalı olmaktan çok o gruba özgü özelliklerle
ilişkilendiriliyor. Sorun sistemde değil, bu toplumsal gruplar içindeki
başarısız bireylerin doğasıyla, bireylerin kendi kapasiteleriyle, aile
yapılarıyla, dil kapasitesi ya da bunların eksikliğiyle ilişkilendiriliyor. Çokkültürcü
eğitim kültürel istisnacılığı, yani her toplumsal grubun kendi kültürüyle
başbaşa kalması ve kendi mirasını tanımasını ve sahiplenmesini öne çıkararak,
bu ülkede eğitim süreçlerinin odağında olması gereken meseleyi bertaraf etti.
Bu temel mesele de okulların bütün çocuklara kaliteli eğitim sağlamak konusunda
merkezi bir yükümlülüğünden başka bir şey değil. Okulların, beyazlarda olduğu
gibi azınlıkların çocuklarının eğitiminde de ahlaki bir yükümlülük görmesi
gerekiyor. Dolayısıyla sorun kültürün ötesine geçiyor. Okullara ayrılan
fiziksel kaynakların da ötesinde bir sorundan bahsediyoruz. Okul içerisindeki
her çocuğa kendi çocuğumuzmuş gibi bir tavır geliştirmek ve bu çocuklara karşı adil
olmak konusunda etik bir kararlılık gösterilmesini içinde barındıran ahlaki bir
liderlikle alakalı bir sorundan bahsediyoruz. Dolayısıyla sormamız gereken şu:
Anglo çocuklarına yaklaştığımız şefkat ve ahlaki çerçeveyi azınlık çocukları
için de göstermeye ne kadar hazırız? Çokkültürcü eğitim, eşitsizlik gibi maddi
konularla doğrudan ilgilenmediği sürece, benim gibi araştırmacılar tarafından
haklı olarak eleştiriye maruz kalacaktır; çünkü bu perspektifin yaptıkları
eğitim sisteminin baştan aşağı düzenlenmesinden ziyade yalnızca bir göz boyama
olarak kalacaktır. Halbuki ihtiyacımız olan şey, eğitim sisteminin yeniden
düzenlenmesidir.
Özellikle dijital çağın tamamen gündelik hayatın parçası
olduğu 2000’li yıllardan itibaren sadece Amerikan eğitim sisteminde değil,
popüler kültür ve gündelik hayatın içinde de yenilenen ve yinelenen başka bir
kültürel tüketim ortamı gelişti. Bu tüketim ortamından, Amerika’ya bir şekilde
göç etmiş ya da yerleşmiş olan farklı etnisiteler, dinsel gruplar, ırklar,
toplumsal cinsiyet grupları nasıl etkilendi? Amerikalı beyaz orta sınıfların
kültürel egemenlikleri bu yeni dönemde popüler kültür ve gündelik hayat
kodlarını yeniden nasıl üretti? Ne dersiniz?
Dijitalleşmenin gerçekten de katılımcı bir kültür, hatta
böyle bir çağ başlatacağına dair muazzam bir inanç vardı. İnternet ve sanal kültüre
dair böyle umutlar vardı; ancak bütün bu umutların karşısına, şu anda sanal kültürü
kuşatmış olan aşırı bir ticarileşme çıktı. Bu bir taraftan Habermas’ın
bahsettiği kamusal alanın yeniden feodalleşmesinin bir uzantısı. Ancak mesele
bunun da ötesine geçiyor; çünkü sanal dünya günümüzde emeğin giderek
yoğunlaştığı bir alan halini almış durumda. Bu, entelektüel üretim alanını
özellikle doğrudan ilgilendiriyor. Bana kalırsa ırkları ve cinsiyetleri ne
olursa olsun, entelektüeller ve eğitimcileri ilgilendiren en önemli konu bu ve
bu konuda acilen harekete geçilmesi gerekiyor. Eğitim kurumlarında bilginin
yeniden örgütlenmesine bakıldığında bunun entelektüel özerkliği ve zanaatımız
üzerindeki denetimimizi kısıtladığı görülür. Eğitim alanını, temel projesi okulları
küresel bir pazara çevirmekten başka bir şey olmayan yönetici bürokrat sınıfa
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Eğitimin kamu hizmeti olmaktan çıkarılıp
boş zaman geçirdiğimiz alanların giderek metalaştırıldığı internet alanına
aktarılması söz konusu. Bunların acilen konuşulup tartışılması gerekiyor; ancak
bu tartışmaların yapıldığını söylemek mümkün değil.
Günümüz
açısından Amerika’da genel olarak ırk eşitsizliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Özellikle iş gücüne katılımda ve eğitimde ırkların fırsat eşitliğinin olup
olmadığına dair nasıl bir demografik harita çıkarabilirsiniz? Örneğin, hem
ırksal hem de dezavantajlı diğer madun gruplar sınıf mücadeleleri bağlamında
eşitlik talebini nasıl örgütlüyorlar? Sınıfın çok parçalı yapısı mücadelenin
gelişmesini sınırlamıyor mu?
Şematik bir haritadan ziyade belki de eşitsizlik
konusunda içiçe geçmiş birden fazla harita olduğunu görmemiz gerekiyor. Amerika
Birleşik Devletleri, birtakım üretken farklılıklarla tanımlanmış bir ülke.
Irksal eşitsizlik üretilen bir şey, üretilmiş farklılıkların oluşturduğu bir
sistem söz konusu. Amerika Birleşik Devletleri’ni sadece bölgesel ve mekânsal
farklılıklara bakarak Kuzey ve Güney mantığıyla düşünebiliriz. Örneğin, Louisiana’yı,
Michigan ve New York’la karşılaştırabiliriz. Siyahların yaşadığı mekânlarla
beyazların siyahlardan kaçarak oluşturduğu kent dışı yerleşim bölgelerine
bakabilirsiniz. Eğitim, çocuk ölümleri, ortalama yaşam beklentisine
bakılabilir. Azınlıkların hayat standartları aslına bakarsanız İnsani Gelişme
İndeksi (HDI) açısından üçüncü dünya ülkelerinin altında kalıyor. Bu ülkede
kuvvetli bir yarılma var ve bu durum, kentin mekânsal olarak yeniden
düzenlenmesi etrafında yoğunlaşan spekülatif süreçler ve neo-liberal ekonomi
ile giderek de kötüleşiyor. Kazananların ve kaybedenlerin olduğu bu oyun küresel
şehirde geçiyor. Kaybedenler, zengin ve çokkültürlü sınıfların kente gelmesiyle
yerinden edilen kent yoksulları. Chicago ve New York gibi şehirlerde yoksullar
altyapı desteklerinden ve ulaşımdan faydalanamıyor; dahası okulları da emlak
piyasasındaki aktörlerin bu bölgelere göz dikmesiyle beraber kapatılıyor. Bütün
bu yaşananlar aslında David Harvey’nin Paris,
The Capital of Modernity (Paris, Modernitenin Başkenti) adlı kitabında
anlatılanlara benzemiyor değil. Kentin dışlanmış kesimlerindeki yoksulluğun bir
karşılığı da ülkenin merkezinden kopuk durumdaki kırsal kesimlerinde ya da bazı
işlerin artık başka ülkelerde yapılmasında görülebilir. Dolayısıyla beyaz işçi
sınıfı da buna paralel olarak kendi hayat standartlarında bir düşüş yaşıyor. Ülkedeki
ikiyüzlülük de bunlardan bahsedilmesini engelliyor. Kimse Lois Weis ve Michelle
Weis’ın The Unknown City (Bilinmeyen Şehir) kitabında bahsettiği
ev içi şiddeti gündeme getiremiyor. Bu ülkede ırkla ilgili herhangi bir ciddi konuşma
sizi doğrudan sınıf ve toplumsal cinsiyete götürür.
Önceki
sorudan hareket edecek olursak, ırk analizlerinin karşı karşıya olduğu
zorluklar nedir? ABD’ye geldiğinizden bu yana bu meselenin çalışılmasında ne
gibi dönüşümler yaşandı?
Irkla ilgili teorik konularda on dokuzuncu yüzyıldan
kalma perspektifleri yirmi birinci yüzyıl gerçekliğine uygulamaktan ziyade yeni
analizleri hayata geçirmek gerekiyor. Eğitim alanında vurguyu mevcut eğitim ve
müfredata dair çokkültürcü şikâyetlerden, farklılığın kültürel olarak yeniden
üretimine, ırksal kimliklerin düzenlenmesine, arzunun Kuzey Atlantik geç dönem
modernitesinin şartlarına –bu liberal rasyonel modelin üç temel ayağı var ki bunlar
refah devleti, kendi kendine yeten işçi ve memleket meseleleriyle ilgilenen
Tocquevillci anlamda vatandaş– dair mücadeleye kaydırılması gerekiyor. Farklılık
sorununa modern bireylerin ve grupların, toplumsal hayatı giderek
düzensizleştiren bürokratik düzene uyum sağlayamaması olarak bakılmasından
yanayım. Yine aynı şekilde bugün insanlar, esnek kapitalizm döneminde
sorumluluk ve riskin giderek bireyin kontrolüne bırakılmasıyla “merkezileşme
olmaksızın gücün yoğunlaşması” denilen yeni modele entegre olmakta güçlük
çekiyor. Dolayısıyla bazılarının çok iyi bir şekilde yaptığı gibi ırka dair
sorunların, akışkan modernitenin siyaset ortamından bağımsız anlaşılabileceğini
düşünmüyorum. Eğitim kurumlarımızda eskisinden çok daha derin bir şekilde hüküm
süren bir mantık bu. Bütün bunlar, Walter Benjamin’in izinden gidecek olursak, ırkın
“aura”sının kültürel yeniden üretim pratikleri ve bu pratiklerin kimliğin
oluşumundaki yeni modellere dair rolünün artık sona erdiğini gösteriyor bize. Şöyle
ki, ırk kimliği kavramının “kökenler”, “ecdat”, “dilsel” ya da “kültürel
birlik” içerisinde bulunduğu düşüncesi artık paramparça olmuş durumda. Bunlar
artık melezlik, kopuş ve yeniden anlatı gibi yoğun süreçlerin etkisinde kalmış
durumdadır, ki Arjun Appadurai Modernity
at Large (Kayıp Modernite) adlı
kitabında da teknoloji, medya ve ideolojiye referansla bunları anlatır. Göçler,
kültürel ve ekonomik sermayenin hareketliliği, elektronik medya ile biyometrik
teknolojiler ve bilişim teknolojileri artık kültürü mekândan ayırdı. Farklılık
da belli grup ve ortamlardan alınıp farklı biçimlerde kullanılabilen soyut bir
değer haline geldi. Örneğin, Tommy Hilfiger bugün hip-hop unsurlarını alıp
semiyotik olarak kıyafet ve moda alanında farklı hallere sokabiliyor ve bu tasarımları
hip-hopla tarihsel olarak bağı olan kentin yoksul mekânlarına tekrar
satabiliyor. Siyah kültürünün bu unsurları, etnik bakımdan farklı estetik
kodları uygulayan insanlara da başarılı bir şekilde pazarlanıyor. Dolayısıyla
ben ırksal kimliğin, Stuart Hall’un da belirttiği gibi “belirli tarihsel ve
kurumsal alanlarda, belli söylemsel oluşum ve pratikler ve belirli stratejiler”in
ürettiği bağlam içinde gerçekleştirilen bir “performans” olarak
kavramsallaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Araştırmacıların birçok başka
meselenin yanı sıra azınlıkların kentte ürettiği müzik, basketbol, futbol gibi kültürel
biçimlerin nasıl da neo-liberal zorunluluklara dair mesajların önemli taşıyıcıları
halini alıp küresel bir boyuta taşındığına bakmaları lazım. Irksal kimliğin
oluşumunda spordan bahsediyorum ama aynı zamanda eğlence dünyası, moda, internet
gibi tüketicilerin üretici halini aldığı alanlar ve popüler imgelerin
dolaşımına da bakılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü bütün bunlar kimliğin
oluşumunda, genç bireylerin başkalarıyla ilişki kurma biçimlerinde ve topluma
katılma ya da toplumdan dışlanma konusunda okulun ötesinde anlaşılması gereken
alanlar. O halde içinde bulunduğumuz
bağlamda, eğitim kurumlarımızda üretmek istediğimiz toplumsal özne hakkında
ciddi bir şekilde düşünmemiz gerekiyor. Zira son on yılda yaşanan muazzam
ölçekteki toplumsal, kültürel ve maddi altüst oluşlar, eğitimin istihdam ve
vatandaşlıkla sürekli bir arada düşünülen ikili yapısına dair kesinlikleri
ortadan kaldırdı. Dolayısıyla bu yeni manzara karşısında eğitimin rolünün ne
olması gerektiği konusunda farklı birtakım anlayışlara ihtiyacımız olduğu
kanısındayım. Eğitimden anladıklarımızın, öğrenci –özellikle de azınlık
gruplardan gelen öğrenci– denildiğinde aklımıza gelenlerin, kimin nasıl
eğitileceği ve hangi tür okullara erişimi olacağına dair önemli sonuçları olacaktır.
O anlamda gençlik kültürüne dair tartışmaların temelinde, gençlerin hayatlarına
bilgi anlamında artık tam olarak hâkim olunamayacağı düşüncesinin yattığına inanıyorum.
Dolayısıyla “anlamlı” eğitimin ne olduğunu esaslı bir şekilde yeniden
tartışmamız gerekiyor. Bu durumun bir diğer sonucu da entelektüeller olarak
işimizi yapma biçimine ve herhangi bir entelektüel faaliyetle ilişkilendirilen öz-düşünmeye
yönelik saldırı. Bu anlamda entelektüel faaliyet gözden düşürülüyor ve birtakım
cezalarla beraber yapılması zorlaşıyor. İronik bir şekilde bu girişimci çağda
eleştirel düşünürlere yer olmadığı anlatılıyor bizlere. İşte tam da burada çok
dikkatli olmamız gerekiyor. Neo-liberal çağın aşırılıklarıyla daha sıkı bir
biçimde mücadele etmemiz şart. İnsanların refahına dair verdiği vaatlerden
radikal bir biçimde geri adım atan Kuzey Atlantik modernitesinden kibirli bir
şekilde uzaklaşmanın yol açtığı aşırılıkları sürekli olarak kontrol etmemiz
önemli.