Dergimizin biraz geciken bu sayısını, yaşadığımız Orta
Doğu coğrafyası ve bilhassa da ülkemizin içerisinden geçtiği şiddet sarmalı
döneminde sizlere sunuyoruz.
9. sayımızı çıkardığımız bu dönem içerisinde
değerlendirilmesi gereken çok konu var ancak ilk olarak 20 Temmuz 2015 günü
Suruç’ta DAİŞ’in vahşi saldırısı sonucu yaşamını yitiren 33 genç arkadaşımızı,
yoldaşımızı anmak istiyoruz. Bu olay sıradan bir intihar saldırısı değil
ülkemizde ve bölgemizde uzun yıllardır var olan ve eşitlik, adalet, çoğulculuk,
farklılıkları prensip edinmiş dünya görüşüne yönelik bilinçli ve planlı bir
saldırıdır. 7 Haziran seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi(HDP)’nin %10
barajını geçerek birbirinden farklı oldukları kadar aynı değerler için mücadele
eden 80 milletvekiliyle parlamentoya girmesi ve halklarımızı mutlu etmesi bu
saldırının sebeplerinden birisidir. Benzer şekilde, 30 yıla yakın bir süredir
devam eden 40.000 civarından insanın canına mal olan kirli savaşın diyalog ile
çözülmesi girişimini engellemek de bu saldırının sebep ve amaçlarından bir
diğeridir.
Bir diğer konu, ülkemizde düşünce ve ifade özgürlüğü
üzerindeki baskının artık salt matbu yayınlara değil internet sitelerine de
uygulanıyor olmasıdır. İçerisinden geçmekte olduğumuz şiddet sarmalında yüze
yakın muhalif internet sitesinin erişimi keyfi olarak engellenmiştir. Yapmış
oldukları haberlerin sosyal medya üzerinden dolaşıma sokulmasına engel olunmaya
çalışılan bu yayın organlarının yerine iktidar, sadece kendisine muhalif
olmayan seslerin gürültüsüne halkın tabi tutulmasını sağlamaya çalışmaktadır.
Ve her zaman olduğu gibi direniş, iktidarın hayatı hedef aldığı durumda,
iktidara karşı hayatın kendi alternatiflerini yaratmasıyla sesini
yükseltmektedir.
Yine mevsimlik işçilerin veya yaşadığı toprakları terk
edip ülkemize sığınan ve daha iyi bir yaşam umuduyla Yunan adaları üzerinden
Avrupa’ya ulaşmak isteyen sığınmacıların denizde can vermeleri de bu dönem
içerisinde tartışılması gereken konulardandır. Zor şartlar altında yaşama
tutunmaya çalışan bu insanları yok sayma, görmezden gelme çabaları sonuç
vermemeye başladığında, yaygın medyada kaçak göçmen, sığınmacı olarak
adlandırılmaları sorunun boyutunun gözden kaçırılmasına hizmet ediyor.
Yerel halkın itirazına rağmen Karadeniz’in yaylarının
turizme açılması adı altında talan edilmesi ve Artvin’de maden çıkarma girişimi
devletin otoriter ve merkezden herkes adına karar verme isteği, arzusunun çevre konusunda yansıması olmuştur.
Psikolojik veya yapısal şiddetin görüldüğü bir diğer alan
olan akademide de sorunlar yaşanmaya devam ediyor. Yayın kurulu üyelerimizden
Sercan Çalcı, akademik yaşamında bilimsel kriterleri yerine getirmesine karşın
doktora yeterlilik sınavında politik ve ideolojik gerekçelerle üst üste iki kez
bırakılmış; diğer araştırma görevlilerinin görev süresi 1 yıl uzatılırken
Sercan arkadaşımızın görev süresi “bölüme adapte olamadığı” gerekçesiyle 6 ay
uzatılmış ve eşitlik ilkesi çiğnenmiştir. Sercan arkadaşımızın yaşadığı
adaletsizliğin ve keyfiyetin ulaştığı boyuta isyan eden, Akdeniz Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden Doç. Dr. Çetin Balanuye, Akademik
Kurul’da Descartes’a ait “Kartezyen Metodu” bilmediği gerekçesiyle akademik
yeterliliği kabul edilmeyen Sercan arkadaşımızı “Belki de çoğumuzdan daha iyi
biliyordur” diyerek savunmuştur. Ne var ki, bilimsellikten uzak, partizanca “ya
bendensin ya ondan” tutumuyla yaklaşan iki profesör bu sözü “hakaret” kabul
ederek Çetin Balanuye hakkında işlem başlatmış ve “kademe ilerlemesinin
durdurulması” cezası verilmesine neden olmuştur. Dün, bugün ve yarın, akademik
yaşantımızda sistematik hale gelen baskı, ayrımcılık, bezdirme ve sansürün
ulaştığı bu raddeyi kabul etmiyoruz.
Bahsettiğimiz tüm bu baskı, şiddet uygulamaları iktidarın
ülkemizi ve dolayısıyla bizleri düşünmeyen, sorgulamayan ancak yalnızca ve
yalnızca iktidara itaat eden tekli yapıya dönüştürmek istiyor. kampfplatz olarak
daha önceki sayılarımızda olduğu bu sayımızda da yalnızca okumayı değil
düşünmeyi, sorgulamayı amaçlıyoruz.
***
Kuram köşemize
Barışcan Demir’in Polyneikes’in Üzerini Örten İki Maya
Perdesi: Tragedyanın Kısa Tarihi ve Antigone isimli
yazısıyla başlıyoruz. Tragedyanın yalnızca yaşayan karakterleri inceleme
üzerine kurulu olduğu düşüncesini tartışan Demir, yazısında Platon,
Aristoteles, Horatius ve Hegel’in ölü karakteri görmezden geldiklerini ifade
ediyor ve ölü karakterlerin görünmesi çalışmalarını Antigone oyunundaki
Polyneikes üzerinden sağlıyor. Bu noktada Nietzsche’ye başvuran Barışcan
Demir’in görünmeyeni görünür kılma girişimi olarak da okunabilecek yazısı
dergimizin kıyıda köşede kalan, pek dikkat edilmeyen hususlara, noktalara
yönelme çizgisine uygun olduğundan zevkle okuyacağınızı düşünüyoruz.
Kuram köşemizdeki ikinci yazı Bora Erdağı’nın Aydınlanmacı Bir Düşünür Olarak Kant ve “Disiplin”
Kavramı isimli çalışması. Erdağı çalışmasında
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde soykırıma maruz bırakılarak ağır acılar
yaşatılan Ermeni halkına ait Kayseri’deki bir kilisenin savunma sanatları
merkezine dönüştürülmesinin; ama daha çok da buraya Kant’a ait olduğu iddia
edilen “Disiplin Kültürden Üstündür” sözünün izini sürerek, Kant’ın disiplin,
kültür ve eğitime nasıl baktığını inceliyor. Öte yandan, çalışma bu sayımızdaki
soykırım mentalitesinin bir yönüne -baskıya uğratılanları kültürlerini yok
ederek disipline etme anlayışına da- ışık tuttuğu için de ayrıca okunmayı hak
ediyor.
Kuram köşemizdeki son yazımız Özge Serin’in Egemen Çöküş: Ölüm Orucu ve Siyasal başlıklı çalışması. Serin, F Tipi Hapishanelerine karşı
bir direniş biçimi olarak başvurulan ölüm orucunu, ölüm ve egemenlik arasındaki
ilişkiyi zamansal bir analitik üzerinden inceleyerek ele alıyor. “Ölümü” tekil
ve ortak (ya da en tekil ve en sıradan) olay olarak düşünmenin radikal siyaset
açısından getireceği sonuçları soru konusu edinen Serin, çalışmasında yüzden
fazla canın verildiği ölüm orucunun bir eylem biçimi olarak analizi
yapmaktadır. Egemenliğin eleştirisinin yapıldığı bu çalışma dergimizin her
kavrama, olguya eleştirel bakma ve kapsamlı tartışmanın zeminini oluşturma
gayesini yansıtmaktadır.
Polemik köşemizi
Barış Yıldırım’ın Siyasette Eski Yol Ayrımı Yeniden: Değer
Yaratmak ya da Kendini Tatmin Etmek isimli
yazısıyla açıyoruz. Bu çalışma HDP’nin seçim süreci üzerinden Türkiye ve
Kürdistan’daki sol hareketleri analiz ediyor. Barış Yıldırım seçimlerden önce
yazdığı yazısında HDP’nin seçimde barajı aşmaması için, seçimlerin ertelenmesi
için silahların kullanılması ihtimaline değiniyor. Maalesef, seçimlerden sonra
bu seçeneğin devreye girdiğini görüyor ve acı bir şekilde deneyimliyoruz. Çalışmasında
ele aldığı örnekler güncel ve somut tutumlar olduğu için de içinde bulunduğumuz
sürece ilişkin fikir verici nitelikte. Barış Yıldırım’ın bu yazısı gelecek
sayılarımızda bu konuda başka yazıların yazılmasına vesile olacak gibi
gözüküyor.
Polemik köşemizin ikinci çalışması Gülden Özcan’ın Marx Contra Lukács: ‘Yanlış Bilinç’ Kavramının Açmazları başlıklı yazısı. Özcan, George Lukács tarafından yazılan Tarih ve Sınıf Bilinci: Marxist Diyalektik Çalışmaları eserinin kapsamlı okumasını yaptığı yazısında Lukács’ın,
üretimin maddi koşullarını ve emek gücünü gözardı ettiğini iddia ediyor.
Ayrıca, çalışma Lukács’ın kitabının Marxist teoriden çok Hegelci felsefeye
katkı sunduğunu dile getiriyor. Bu yazı Marx ve Lukács’ı yeniden okumanın ve
yorumlamanın literatüre yapacağı katkıya bir örnek olabilmesi bakımından önemli
olduğunu, Özcan’ın Marx ve Lukács’ın karşı karşıya getirdiği bu polemik
yazısını okumanın ve üzerinde durmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Polemik köşemizde matematikçi Martin Gardner ile bilim
felsefecisi Paul Feyerabend arasında bilimin işleyiş kuralları, bilimsel bir
prosedürün asıl olarak daima ilerlemeyi mi sağlayacağı yoksa bu ilerlemeye ket
vurma gücüne de sahip olduğundan söz edilebilme imkanı üzerinden yürüyen,
bilimin her zaman ilerlemeyi işaret etmediğini vurgulayan Feyerabend ve
“pragmatik bir felsefe”nin bu iddiasının bilimin iyisi ile kötüsü arasındaki
ayrımı bulanıklaştırdığını düşünen Gardner arasındaki tartışma oldukça ilgi
çekici.
Söyleşi köşemiz
için bu sayımızda ülkemiz tarihindeki acı ve utanç verici olduğu kadar
insanlığa karşı suç olan soykırım’ı konu edinen bir söyleşi gerçekleştirdik.
Soykırım bu topraklardaki hemen herkesi mağduru veya faili, sorumlusu olarak
etkilemiş bir olgudur. Soykırım söyleşimizi ülkemizde maalesef bu acıyı yaşamış
farklı etnik ve dini gruplarla yani Ermeni, Çerkes ve Alevilerle yaparak
konunun farklı yönlerine dikkat çekmek istedik. Söyleşinin öne çıkan temel
yanı: devletin soykırım politikasında köklü bir değişikliğin olmadığıdır. 7
Haziran seçimleri öncesi duyduğumuz tekçi söylemler ve sonrasındaki Suruç
katliamının arkasındaki zihniyete de ışık tutan bir söyleşi olduğunu
düşünüyoruz.
Bir Yönetmen Üç Yorum köşemizde
Yeşim Ustaoğlu sinemasını ele alan üç yazıya yer verdik. Bu yazılardan ilkinde,
Meral Akbaş Hafızadan Geriye Kalan: Ormanda Ölüm Yoktur! başlıklı yazısında, Benjamin’in
“hikaye anlatıcısı” na atıfla, Alzheimerli Nusret hanımın, kendisinde kalan son
değerli şeyi (hafıza kırıntılarını), tüm güvensizlik, uzlaşmazlık,
korku ve esaret hayatının içinde yaşamak zorunda kalan torununun değişmesine
“umut” olabilmesi için kutuda tutmaya çalıştığını anlatarak; çektiğimiz
sıkıntıların nedenini geçmişimizle ilgili bazı problemlerimizi çözemeyişimiz
olduğunu ve Pandora’nın Kutusu’ndan bize kalan bu “umut”la bunun üstesinden gelebilme
imkanımızın bulunduğunu vurgulamaktadır.
Çağla Karabağ ise Araf’ta
Sıkışmak başlıklı yazısında, yönetmenin Araf filmine feminist
bir bakış açısıyla yaklaşmakta ve filmin başkarakterlerinden olan Zehra’nın
yaşamından hareketle, şiddet, baskı ve namus kavramlarıyla kendine meşru
alanlar yaratan patriyarkayı eleştirmekte. Yazar, Araf’ın toplumsal
cinsiyet eşitsizliği ve bu eşitsizliğin deneyimlenme biçimini anlatışındaki
farklılığa dikkat çekerek, yönetmenin tercih ettiği son sahneyi, “başka
çarelerin” de olabileceğini düşünmeye yönelten bir okumayla sunmaktadır.
Köşemizin son yazısı olan Yeşim Ustaoğlu Sinemasında Bellek ve Genç Kuşağın Temsili
başlıklı yazısı ile Gül Yaşartürk ise Araf’a dek Ustaoğlu
sinemasının, hepsi de birbiriyle ilişkili olan ve birbirini çağıran bellek,
hatırlamak, yolculuk, diyalog kurmak, yüzleşmek ve barışmak temaları ile
ilişkili olduğu saptamasını yaparak, toplumsal hafıza, bellek ve temsiliyet
kavramlarından söz edip, bu filmlerdeki genç karakterleri söz konusu kavramlar
çerçevesinde ele almakta ve “geçmişle hesaplaşma”nın “bellek” ile ilişkisinin
bu filmlerde nasıl ortaya konulduğunu anlatmaktadır. Yazının devamında ise
yönetmenin Araf filmindeki
genç karakterlerinden hareketle, büyüme ve birey olmanın nasıl işlendiği
gösterilmektedir.
Medya köşemizde
ise Leyla Bektaş, “bir medya ürününün dolayımıyla gündeliği anlama çabası”
olarak tanımladığı “Ben İstemezsem Sen Zaten Görünmezsin!”,
Gündelik Hayat ve İktidar İlişkilerini Güllerin
Savaşı Üzerinden Okumak başlıklı yazısında, gündelik hayatta iktidar
ilişkilerinin nasıl kurulduğunu ve rasyonalize edildiğini, iki kadının özelinde
üst ve alt sınıfa ait iki ailenin karşılaşmaları üzerinden, Bourdieu’nun simgesel sermaye, simgesel iktidar ve habitus kavramlarının yardımıyla dizi karakterlerinin gündelik
hayatlarında iktidarın kaynağı ve sürekliliği ele alarak derinleştirdiği bir
okumayla sunmaktadır.
Edebiyat köşemizde
Ezgi Hamzaçebi Başka Türlü Bir Edebiyat Mümkün mü? Sema
Kaygusuz’un Yüzünde Bir Yer’i Üzerine isimli
yazısıyla katkı sunuyor. Hamzaçebi edebiyatın ne olduğu ve ne işe yaradığı
sorusunun edebiyat dünyasında yaygın bir şekilde tartışılmasına rağmen edebiyat
eleştirisinin yöntemleri, nasıl olması gerektiği konusunun daha az ele alınmasından
hareket ediyor. Bu sorusunu Sema Kaygusuz’un Dersim Katliamı sonrasındaki yas
ve bireyin yaşadığı acıyı konu edinen travma anlatısı üzerinden tartışıyor.
Tartışmasının odağına edebiyat eleştirisinin bazı sorunsallarını alarak, Edward
Said’in metin ve eleştiri üzerine yazdıklarından faydalanarak başka türlü bir
edebiyat eleştirisine gidecek yolları arıyor. Hamzaçebi’nin yazısının kampfplatz’ın
kavramları, teorileri sorgulayan ve tartışan çizgisine uygun olduğunu
düşünüyoruz.
Minör Temaslar köşemizde
bu sayıda Barış Yıldırım’ın Edebiyatçının Ekmeği de
Tereyağı da Nihilizm mi?, Erdem Nezan’ın Kûrdistan Sorunu Desek?, Sevgi Doğan’ın Şiddetin
Sahnedeki Pornografisi, Osman İşçi’nin HDP’nin Kınama Meselesi! ve Can Kaya’nın Zerre filmi ile ilgili yazdığı Devrim Dersleri başlıklı
yazıları, kabına sığmayan minörler arasında yerlerini aldılar.