kampfplatz’ın bir önceki sayısından bu sayıya, çok uzun aylar
yaşadık. Her biri en
fazla otuz bir dünya günü olmasına rağmen, bir toplum olarak üzerimizde yarattığı
etki ve yıkım otuz bir yıl olan aylardı. Ölümler bombaları takip etti; bombalar yeni ölümler getirdi.
Gerekçeler, damarını patlatmış kanı durdurmaya; yasaklar, ortaya saçılan
cesetleri örtmeye yetmedi; yetmiyor, yetmiyor. Çatışmaların bitmesini, gündemin
normalleşmesini; askerin barakaya, polisin karakola, evlinin evine, köylünün
köyüne dönmesini bekledik; olmuyor, olmuyor. En fazla otuz bir
dünya günü olan aylar, en fazla yirmi dört dünya saati olan günler, giderek
artan bir seviyede şiddet getiriyor artık. Türkiye’nin yörüngesi kaydı. Uzun
bir zaman güneş ışığı alamayacak.
Devletimiz öfkeli ve
nefret dolu. DAİŞ’e, Esed’e, DHKP-C’ye, Rusya’ya, ABD’ye, Avrupa Birliği’ne,
Batı’ya, uluslararası topluma, Birleşmiş Milletler’e, PKK’ya, YPG’ye,
PYD’ye, HDP’ye, FETÖ’ye,
yavru vatana, Nobel Barış Ödülü’ne, Noam Chomsky’e ve de
akademisyenlere karşı öfkeli. Öfkeli ve tahammülsüz. Öfkeli, tahammülsüz ve
zalim. Neden bu kadar öfkeli olduğunu tam bilemiyoruz; ne istediğini de… Bu
öfkenin nereye varacağını da göremiyoruz. Ancak, bir toplumun geleceği elinden
alınıyor; gelecek nesil telef ediliyor. İşte bu kadarını söylemek mümkün.
Bu şiddetli dönüşümü düşün
dünyasında da görüyoruz. 20.yy’ı şekillendiren felsefeleri ve kavramları, bu
yüzyılı şekillendiren maddi dünyaya müteakip,
unutma zamanı. Ulus devletlerin sınırları esnedi, geçişkenleşti.
Saklamadan, gizlemeden; göçmen, asker ve silah sızdırıyor. Jean Monnet’nin
hayalini süsleyen Avrupa
vatandaşlığı düşüncesinin yerini, Macaristan’ın Arnavutluk sınırına ördüğü duvar
aldı. Kozmopolitanlık, IŞID militanının bıçağına kurban gitti. Orta Doğu’nun petrol gelirleri post-modernizme
haddini ve sınırlarını bildirdi. Evrensel adaletin imkânı, Yezidi kadınlarıyla
birlikte toprağa gömüldü. Radikal demokrasinin göbeğinde, güvenlik devletinin
attığı bombalar patladı. Birleşmiş Milletler’in devletler kültürü ve barışçıl uluslararası toplumu, Fransa’nın
başka bir egemen devletin sınırlarında
yer alan bir örgüte açtığı savaşın şaşkınlığıyla yalpalıyor. Hey liberalizm,
medya ve özgürlükler, kutsal oy hakkım, eşitliğimiz, canım anayasam, ortak akıl; hey Kant, Arendt ve Rawls,
nereye gittiniz böyle? Hâlbuki daha konuşacaklarımız vardı…
kampfplatz’ın 10. sayısı, işte böyle
bir atmosferin; bırakınız yazmanın, nefes almanın zorlaştığı bir atmosferin
ürünü. Belki de bu yüzden, bu bahsettiğim konulara odaklanmış bir yazı
bulamayacaksınız. Suruç’un Temmuz’u, Ankara’nın Ekim’i, Sur ve Cizre’nin
bugünü, soruşturmaya uğrayan meslektaşlarımız
gerçekliğimizdir; bunlar bizleriz; ne yazı, ne söz, ne bir kelime, ne de
bir analiz nesnesi… Şimdi katliamların sanatı, müziği, edebiyatı
ve bilimi nasıl tükettiğini tecrübe etme zamanı. Dedim ya, Türkiye’nin yörüngesi
kaydı. Uzun bir zaman güneş ışığı
alamayacak.
Bu sayının kuram bölümünü Haydar Karaman’ın Kapitalizmin Yeni Mekânları:
Fabrika-Cezaevleri adlı makalesiyle açıyoruz. Karaman, devletin kapatma
pratiği olan hapishanelerin ekonomi-politiğini anlatıyor. Cezaevlerinin nasıl karlı bir sektör haline geldiğini ve
sermaye çevrimine dâhil edildiklerini, ucuz emek gücüne dönüşen mahkumların
ürünlerinin artı-değer üretimindeki payını ve dolayısıyla düşman yaratma
politikasının ekonomik fonksiyonunu bu makalede bulabilirsiniz. Yavuz
Yıldırım ise Kentsel Hareketlerden Kamusallık Tartışmasına:
Toplumsal Hareketlerin Artan Önemi’nde
“İşgal Et” (Occupy) hareketinin kısa bir sürede yayılarak
nasıl toplumsal dinamizmin ve kent hareketlerinin merkezini işgal etmeye
başladığını anlatıyor. Yıldırım, farklı kesimlerin ortak
somut hedefler paydasında bir
araya gelerek oluşturdukları kentsel hareketlerin, yeni bir kamusallık anlayışı
getirdiğini savunuyor. Homero-s-ophokles
Sarkacı: Kader Labirenti’nde ise Barış Yıldırım, Nietzsche’nin tragedya
anlayışı içinde bilhassa koronun önemini açıklıyor. Ardından,
tragedya yerine kaderi koyarsak
ortaya çıkacak olan oluş meselesini sorguluyor ve
Homeros’da kader kavramının nasıl ele alındığına değiniyor.
Polemik köşesini kadim bir tartışmayla açıyoruz: Gramsci, yapısalcılık ve devlet.
İnan Mutlu Devleti ve Toplumu Anlamak:
Gramsci ve Poulantzas adlı yazısında AKP iktidarını analiz ederken
hegemonya kavramını kullanan yazarlarla polemiğe giriyor. Mutlu, Gramsci ve
Poulantzas arasındaki diyaloğun ve benzerliklerin altını çizerken, bir yandan da üst yapı/alt
yapı diyalektiği içinde hegemonya
kavramının nasıl belirlendiğini bizlere hatırlatıyor. Mutlu’nun itirazlarından
birinin, hegemonyanın taşıyıcısı bir sınıf iken,
bunun bir siyasi
partiye atfedilmesi olduğunu
söylemekle yetinelim.
Bu tartışma yerini, güncel bir meselenin analizine bırakıyor. Patriyarkal Siyasetin İki Görünümü:
Cinsiyetlendirilen Millilik ve Demografik Yarış adlı makalesinde Kansu Yıldırım,
AKP hükümetlerinin kadına bakış açısını ve pronatalist politikalarını ele
alıyor. Kadının anneye, özgünlüğünün ise doğurganlığa indirgendiği; çocuk
doğurmanın “vatana hizmet” sayıldığı bu yaklaşımın sadece AKP’ye özgü
olmadığını belirterek, söz konusu yaklaşımı siyasal İslam’la ve Milli Görüş
Hareketi’yle ilişkilendiriyor.
Biyopolitika bölümünde ise Emre Özcan’ın borçlu öznelliğin yeniden üretiminin
yansımalarını anlattığı Borcun
Biyopolitik Yönetimselliğine Dair Eleştiri: Toplumsal Tabiiyet ve Makinesel
Köleleştirme Dispositifi olarak Borç Rejimi adlı yazısı var. Özcan borç
rejimini, Deleuze ve Guattari’nin kavramsallaştırmaları olarak “toplumsal
tabiiyet” ve “makinesel köleleştirme” şeklindeki iki farklı dispositif olarak
tanımlıyor. Lazzarato’ya referanslarda bulunan Özcan, borç rejiminin öznellik
üretiminin örgütlendiği yer olduğunun da altını çiziyor.
Çeviri köşesinde, Vanessa Lemm’in Modern Politikanın Biyolojik Eşiği: Nietzsche, Foucault ve Hayvan Yaşamı Sorunu
adlı yazısını Yüksel Tarım’ın akıcı çevirisiyle
okuyabilirsiniz. Lemm, hayvan yaşamı ve tür yaşamı arasındaki ilişkiye dair
soruna geri dönüyor. Ancak bu geri dönüşü totaliter ideolojiler bağlamında yapıyor.
Hannah Arendt ve Michel Foucault’ya göre totaliter ideolojilerin nihai amacı,
insanlığı imal etmektir. Bu hedef doğrultusunda da türün yararı uğruna birey
kurban edilir. Lemm, 20. yy’da totaliter biyopolitikanın ortaya çıkışının,
çağdaş siyaset felsefesini politik yaşam ve hayvan yaşamı arasındaki ilişkiyi
kavramaya zorladığını belirtiyor.
Bu sayının söyleşisini, kampfplatz adına Aslı Odman, Kansu Yıldırım ve Bora Erdağı Annie Thebaud-Mony ile
gerçekleştirdi. Çalışmak Sağlığa
Zararlıdır adlı kitabıyla Türkiye’de tanınan yazarla yapılan söyleşinin
merkezinde işçi sağlığı, güvenliği ve bunların toplum sağlığına etkileri yer
alıyor. Thebaud-Mony’nin çalışması, somutun analizine odaklanması açısından önemli.
Hukuki araçları da içeren
işçi mücadelelerinin başarılı olduğu örnekleri sergilemesi nedeniyle de umut
verici. Odman, Yıldırım ve Erdağı ise sordukları sorularla konunun
derinleştirilmesine katkıda bulunuyorlar.
Sinema köşesini bu sayıda Bir
Yönetmen Üç Yorum olarak yorumladık ve Zeki Demirkubuz filmlerini ele
aldık. Sevgi Doğan’ın Zeki Demirkubuz’un
Ötekileri, Görkem Uzunali’nin Zeki
Demirkubuz Filmlerinde Mekân ve Mekânin Üretimi ve Özge Yüksel’in de Zeki Demirkubuz Sinemasında Arzunun Kayıp
Nesnesi adlı makalelerini keyifle okuyacaksınız.
Kitap eleştirisi bölümünde Soner Torlak, Murray Bookchin’in Geleceğin Devrimi: Halk Meclisleri ve Doğrudan Demokrasi kitabını
inceliyor. Torlak’a göre Geleceğin Devrimi’nde
Bookchin, anarşizm ile Marksizm’i bir araya getirir. Bu birliktelik ise devlet
mekanizmasının parçalandığı bir özyönetim modelinin temelidir. 2015’te
yayınlanan kitabın eleştirisinde, David Harvey ve Simon Springer arasındaki polemiği de
bulabilirsiniz.
Bu sayımızdaki minör temaslarımızda ise Uğur Ceylan,
Onur Eylül Kara, Kansu Yıldırım,
Sevgi Doğan, Bora Erdağ, Lucie Bellotto ve Marianne Bétinas
yer alıyor.
Bu sayı,
kelimenin tam anlamıyla kolektif emeğin ve dayanışmanın ürünü.
Emeği geçen
herkese teşekkür eder, keyifli okumalar dilerim.