Düşmanlar kına yaksın
dostlar girsin saflara.
Sen gözyaşı göstermeden ağlıyacaksın
gece gelen telgraflara...
Kampfplatz’ın 10. sayısı
sonrasında gerçekleşen olayların çetelesini çıkarmak dahi yorucu. “Olaylar
tozdur” diyordu Braudel, tarihin ardındaki gerçekleri görmek için tozun
dağılması, yere inmesini beklemek gerekir. Ancak olayların tozu dumanı içinden
çıkıp da önümüzü görebilecek imkânı nicedir yitirmiş vaziyetteyiz.
Katliamların, siyasi operasyonların, komploların ucu başkanlık referandumuna kadar
dayandı ve artık fiilen olağanlaşmış bir “olağanüstü hâl” cumhuriyeti altında
yaşıyoruz. Toplumun geniş kesimlerine reva görülen ise darbelerden darbe
beğenmekten fazlası değil!
Andrzej Wajda’nın olağanüstü filmi Danton’un sonundaki meşhur sahnedir: Robespierre, en büyük rakibi
haline gelen eski yoldaşı Danton’u alt ederek devrimi tüm engellerden kurtarmış
görünür. Giyotinle yaratılan devasa ölüm aygıtının eninde sonunda kendini de
bulacağını çok geçmeden fark eder ve beti benzi atmış olarak yatağa düşer.
Etrafındakiler zafer sarhoşluğu içindeyken sıranın kendisine gelmesini
beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktur. Akıbetini ise tarihten biliyoruz;
ideallerine ihanet ettiği devrim, Danton’un ölümünden üç ay sonra kendi boynunu
da giyotinde vurduracaktır.
Bugün iktidar, neredeyse hiçbir yasa, kural ve ilkeye
dayanmayan düzenini sürdürürken benzer bir dehşet içinde. Yarattığı
haksızlıkların eninde sonunda kendine döneceği korkusuyla her baktığı yerde bir
tehdit görüyor. Sözümona her “terörist” avında dönüp dolaşıp varacağı yerin kuyruğunu
yiyen Ouroburos misali kendi sureti
olduğunun farkında.
Danton filmine atıf
yapmamız boşuna değil. Devrimin “Terör Dönemi” denilen dilimi tam da
Robespierre’in ölümüyle sona erer. Rejime tehdit oluşturan herkesin infaz
edildiği bu evrede, bizzat devletin halka korku salmasını ifade eden bir
kavramdır terör. Terörist yaftasının egemenlerin elinde devletin muhaliflerine
yönelen bir silaha dönüşmüş olması ise tarihin acı ironisidir.
****
Yoldaşının ölüm haberini telgrafla alan Nâzım Hikmet,
şiirini yukarıdaki satırlarla bitiriyordu. Çoktandır bitkisel hayatın
eşiğindeki Türkiye akademisinin ölüm haberini telgrafla değil, gece gelen KHK’lerle
aldık. Bu süreçte yayın kurulu üyemiz Eylem Yenisoy Şahin de ihraç edildi.
Biliyoruz ki ihracının ne terörle ne de herhangi bir örgütle ilgisi var. Eylem
ve diğer pek çok arkadaşımızın akademideki varlığı dahi, ülkenin içine
çekildiği sığ atmosferin, baskının ve karanlığın karşısında bir itirazdı. Şimdi
o itirazın kendi patikalarında hayatın içine yayılmasını göreceğiz. Kampfplatz bugüne kadar akademinin
sınırlarına ve konformizmine hapsolmadan, bilim ve felsefenin kurumsal
dehlizlerinde kaybolmadan kendi mecrasında akmaya çalıştı. Düşünsel ve kültürel
sefaletin hüküm sürdüğü bir ortamda işimizin kolay olmadığını biliyorduk.
Gündelik olanın ötesine bakmak ile gündemi kovalamak arasındaki sıkışmışlıktan
biz de etkilendik ve uzun bir gecikmeyle çıkabildik. Zor zamanlarda söz
söylemenin önemli olduğuna inanıyoruz ve uğradıkları haksızlara karşı
mücadelelerinde tüm arkadaşlarımızın yanındayız.
Bu satırlar yazıldıktan sonra, üzücü bir haber aldık. Tanımasak
da aynı düşün yolcusu olduğumuz Mehmet Fırat Traş’ın aramızdan ayrıldığını
acıyla öğrendik. Çukurova Üniversitesi’nde araştırma görevlisiydi, Barış İçin
Akademisyenler Bildirisi’ne imza atmıştı Mehmet Fırat. “İntihar ettiği” söylendi
ama YÖK Başkanı’ndan rektörüne, dekanından öğretim görevlisine kadar herkesin
adım adım figüranı olduğu bir cinayet onu yaşamdan kopardı. “İntihar değil, politik
cinayet” dedi arkadaşları; iktidara yaranmak dışında bir meşgalesi kalmamış olanlarca
damgalandı, kapılar bir bir yüzüne kapatıldı ve dersleri elinden alınarak görev
süresi uzatılmadı. Kabul edilen iş başvuruları “görülen lüzum üzerine”
reddedildi. Mehmet Fırat Traş yaşamından vazgeçti ama barıştan, onurundan
vazgeçmedi. Unutmayacağız!
Bizi bir arada tutacak şeyin daha fazla umut ve dayanışma
olduğunun farkındayız. İhraç edilen Sevilay Çelenk hocamız, “umut, en politik
duygudur” diyordu. Düşmanlar kına yakadursun, biz saflardaki yerimizi alalım.
Biliyoruz ki bu devran sonsuza kadar böyle gitmeyecek...
Umut ve dayanışmayla!
****
KURAM bölümümüz Gülden Özcan’ın kamusal alan üzerine
yazısıyla başlıyor. “Emekten Eyleme:
Proleter Kamusal Alanını Tekel Direnişi Tecrübesiyle Anlamak” başlığını
taşıyan yazısında Özcan, kamusal alana dair liberal yaklaşımların karşısına
uzun yıllar göz ardı edilmiş olan Negt ve Kluge’nun proleter kamusal alanı
kavramıyla çıkıyor. Habermas’ın izinden giden müzakereye dayalı yaklaşımların
son yıllarda nasıl tıkanmaya yüz tuttuğunu, özgün ve yeni bir bakış açısıyla
TEKEL Direnişi’nde emekçilerin kendi kamusal alanlarını nasıl
şekillendirdiklerine odaklanarak tartışıyor. Burjuva kamusallığının karşısında
siyasallaşmış bir proleter kamusal alanının keşfinin, sadece TEKEL Direnişi’ne
taze bir bakış sunmak için değil, toplumsal mücadelenin gerilediği ama OHAL
yasaklarına rağmen grev kararı alan işçilerin kendini göstermeye başladığı bir
dönemde çatlaklar arasından ışığın nasıl sızabileceğini de hatırlatmak için
önemli olduğunu düşünüyoruz.
Kuram
bölümü Özen B. Demir’in “Erratum Yahut
Bir Mıntıka Temizliği: Tabip (Sınıf) ve Tababet (Klinikopatoloji)” başlıklı
yazısıyla son buluyor. Kavramsal bir “mıntıka temizliğine” girişen yazar,
normal sözcüğünün izinde tıptan felsefeye, mantıktan sosyal bilimlere kadar bir
sorgulamanın hatlarını belirginleştiriyor. Normal-anormal
kavramsallaştırmasının her yere sirayet eden gölgesini verili tıbbın
uygulamaları eşliğinde ve televizyon dizisi Dr.
House’tan yola çıkarak serimliyor. Son olarak yazarın tabiriyle bir tür “aşırı
tabiplik” halini almış tabipliğin etik kurallarını yeniden hatırlamanın
önemini, zengin anekdotlar ve kıvrak bir kalemle Türkiye’deki durum üzerinden
okura sunuyor.
POLEMİK
bölümü Recep Aydın ve Levent Demirelli’nin “Bürokrasi
ve Liyakat Tartışmaları Üzerine Bir Yorum” başlıklı yazısıyla açılıyor.
Yazarlar Fethullah Gülen Cemaati ile AKP arasındaki çatışmayı marksist devlet
tartışmaları üzerinden okumayı öneriyorlar. Poulantzas başta olmak üzere
marksist düşünürlerin kavramsal repertuarına başvurarak bürokrasiyi “genel
çıkara hizmet ediyor gibi görünürken sınıf çıkarına hizmet etme” nosyonuyla ele
alan yazarlar, onu devlet içindeki mücadelenin çetin geçtiği alanlardan biri
olarak görüyorlar. Bürokratik mekanizmanın ele geçirilmesi mücadelesini bir
grubun “sızması” perspektifinden gören ve son dönemde liyakat etrafında
sürdürülen tartışmaların aksine, yazarlar kendi derledikleri 1999-2015
yıllarını kapsayan ve 17-25 Aralık gibi kırılma dönemlerini dikkate alan
ampirik veriler eşliğinde kapitalist bir devlette
liyakatın yapısal imkânsızlığını vurguluyorlar.
Bölümün son yazısı olarak bir çeviriye yer veriyoruz. “Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin Bin
Yayla’sı Üzerine” adını taşıyan
makale, yayınlanmasının onuncu yılında Antonio Negri’nin Bin Yayla üzerine değerlendirmesini içeriyor. Negri’nin Dilthey
üzerinden başlattığı tartışmada, onun Nietzsche ile başlayan ve Heidegger ile
devam ederek Foucault’da yankısını bulan “tarihsellik sorununa” dair bir
tartışma hattını belirginleştirerek, Deleuze ve Guattari okumasının kapısını
aralıyor. Tarihselliğe dair söz konusu okumanın başarıya ulaşamadığı ve
ardıllarınca yolundan saptığı yerde Deleuze ve Guattari, Negri’ye göre bu “tarihselliğin
bakış açısını kendi ontolojik ve kurucu boyutu içinde yenileyerek yeniden
keşfeder”ler. Negri, Bin Yayla’yı “yeni tin bilimlerinin” kurulabileceği dört
başlık üzerinden irdeliyor. Bunları kapitalist gelişmenin yeni boyutları
bağlamında tarihsel materyalizmin yenilenmesinin unsurları olarak görürken, bu
yenilenmenin “tin bilimlerinin temeli olarak” nasıl gerçekleşeceğini
sorguluyor.
BİYOPOLİTİKA köşemizde, görece az bilinen ama alanın ilk
önemli figürlerinden olan Agnes Heller’in yazısına yer veriyoruz. “Biyopolitika Siyasal Kavramını Değiştirdi
Mi? Biyopolitika Hakkında Bazı İlave Görüşler” başlıklı yazısında Heller,
biyopolitikaya cepheden karşı çıkıyor gibi görünmekle birlikte önemli sorular
eşliğinde kavramın izlerini Yunan düşüncesinden hareketle keşfe çıkıyor.
Arendt’in düşüncelerini merkeze aldığı tartışmasında, biyopolitikanın siyasal
kavramıyla ilişkisini, onun açmazları üzerinden ve eski Yunan idealindeki
“doğru politika” nosyonu bağlamında sorguluyor. Arendt’in Antik Yunan’daki oikos ile siyaset arasındaki ayrımı
yankılayan “toplumsal sorun” kavramını esas alan Heller, “biyopolitikanın
haklar talep eden” fakat “kendi içinde bir amaç olarak özgürlüğe değer
vermeyen”, kitle kültürüne ait bir tür Schmittçi dost-düşman siyasetine tekabül
ettiği sonucuna varıyor. Polemikçi diliyle Foucault yanında Marksist
kuramcıları hedef alan Heller’in eleştirilerinden Arendt de nasibini alıyor.
SÖYLEŞİ bölümümüzde Türkiye’de çok fazla tanınmayan ama
önemli bulduğumuz bir düşünür olan Manuel De Landa’yı konuk ediyoruz. Yeni Materyalizm ve Spekülatif Realizm akımlarının önemli bir temsilcisi olarak görülen
yazar, bu sayıda yer alan Negri’nin yazısındaki materyalist vurguyla paralel
biçimde Deleuze üzerine özgün yorumlarıyla biliniyor. Assemblage [birleşim] teorisiyle öne çıkan ve çok farklı alanlarda
önemli eserler veren De Landa ile bilim çalışmalarından Deleuze ve Guattari’ye,
“iki kültür” tartışmalarından sistem teorisine kadar ilginç bir söyleşi
gerçekleştirdik. İlk olarak Metis’ten çıkan Çizgisel
Olmayan Tarih: Bin Yılın Öyküsü kitabıyla Türkiyeli okurla buluşan De
Landa’nın söyleşisini merakla okuyacağınızı umuyoruz.
SİNEMA bölümümüzde Emin Alper’in 2015 yapımı ikinci uzun
metrajlı filmi olan Abluka’yı mercek
altına aldık. Tepenin Ardı filmiyle
dikkatleri çeken yönetmenin filmleri, ilk iki yazıda karşılaştırmalı olarak ele
alınırken, son yazı edebi göndermelere başvurmaktadır.
İlk yazı “Abluka’nın
İçi-Dışı: Bir Mekân” başlığını taşıyor. Yazısında mekân üzerinden taşra-kent farklılığını vurgulayan Mehmet
Figan, özgün bir farklılık olarak film anlatısını erkeklik ve homososyallik
kavramları üzerinden irdeliyor. Kadının temsili bakımından yönetmenin her iki
filminin de erkek dünyasını nasıl inşa ettiğini vurgulayan yazar, son olarak
bilgi-iktidar bağlamında bir çözümleme yapıyor. Filmdeki iktidar düzlemi ve
metaforik olarak ulus-devlet düzleminde iktidarın bilgi üzerindeki tahakkümüyle
nasıl işlediğine değinen yazar, filmdeki karakterin iktidarı temsil eden
polisle ilişkisini mercek altına alıyor.
Yine kent mekânının metaforik
içerimlerine odaklanan ve “Abluka’nın
Sınırı” başlığını taşıyan ikinci yazıda ise Barış Aydın, ablukanın
toplumsal hafızadaki izdüşümlerini hareket noktası olarak alıyor. Ardından
fiziksel mekânı aşan düzlemleri ve politik içerimleriyle kentsel mekânın heterotopya
kavramı üzerinden nasıl çözümlenebileceğine bakıyor. Son olarak Abluka filminde sunulan kentsel mekânın,
güvenlikleştirme ve militaristleştirmeye odaklanan “yeni askeri kentçilik” gibi
kavramlar aracılığıyla nasıl çerçevelendirilebileceğini “sınır” ve “eşik”
kavramları yardımıyla ele alıyor.
“Abluka: Ölümü Olumlayan Yaşam” başlığını
taşıyan son yazıda ise Murat Özbek, edebiyata yaslanarak Turgut Uyar ve Edip
Cansever şiirlerine başvuruyor. Filmi imge, diyalog, tekrar ve eksiklik temaları
üzerinden çözümlerken her iki şairin Ahmet ve Ruhi Bey karakterleri
aracılığıyla kent ve birey meselelerine değiniyor. Edebi göndermelerle Abluka
arasında paralellikler kuran yazar, son olarak Barış Ünlü ve Jacques
Rancière’ye dayanarak politik bir çözümleme sunuyor.
MEDYA bölümümüzde
Emek Ünlü’nün Spartacus dizisi
üzerine değerlendirmesine yer veriyoruz. “Spartaküs’ün
Külleri Rüzgarların Koşusu” başlıklı yazıda, tarihsel figürlerin popüler
kültür ikonları haline getirilmesinin altında yatan sınıfsal çelişkiye
odaklanan yazar, egemenlerin Spartacus’ü ile ezilenlerin Spartacus’ü arasındaki
farkı dizinin kahramanı temsil biçimi üzerinden inceliyor. Yazı bu tarihsel
çarpıtma biçiminin kapitalist metalaşma ile ilişkisine değinirken, diziler
popüler karakterlere dönüşen tarihi figürlerin “bu kişiliklerin yaşamış
olduklarını” kabul etmeden “popüler tüketim nesnesi” haline getirilerek, “yaşamın
reddine” dayanan bir biçimde algılandığına dikkat çekiyor.
KİTAP ELEŞTİRİSİ
bölümünde Humberto Maturana ve Francisco Varela’nın Bilgi Ağacı: İnsan Anlayışının Biyolojik Temelleri kitabının
değerlendirmesine yer veriyoruz. “‘Bilmek
Yaratmaktır’: Otopoiesis ya da Epistemolojiye Biyolojiyle Bakmak” başlıklı
yazıda Kemal Özdil, otopoiesis kavramının yaratıcısı olan Maturana’nın,
öğrencisi Varela ile birlikte Şili’de başlayan entelektüel yolculuğuna
değiniyor. Yazar, sibernetik geleneği biyoloji alanına taşıyan Maturana ve
Varela’nın, ürettikleri kavramlarla felsefeden sosyolojiye bilme fenomenine
ilişkin önemli tartışmaların tetikleyicisi olduklarını hatırlatıyor. Bu
değerlendirmeyi Manuel De Landa söyleşimizle birlikte okumanızı öneriyoruz.
MİNÖR TEMASLAR
bölümümüzde bu sayıda dört yazıya yer veriyoruz. İyi okumalar!